Defne 8 aylık!

 

Dün itibariyle Defne artık 8 aylık! Her defasında zaman ne de çabuk geçiyor, daha dün elim kadardı muhabbeti yapmak istemiyorum ama da-ya-na-mı-yo-rum! Daha dün elim kadardı beee! Hem mutlu oluyorum büyüdükçe, hareketlendikçe, bizimle ve tüm dünyayla daha çok iletişim kurdukça, hem de çabuk mu geçiyor herşey, birşeyler mi kaçırıyoruz hissiyatı kalbimin kenarında bir yerde oturuyor hep. 1 yaşına kadar bu veletlere “bebek” deniyormuş da bir yaşından itibaren “oyun çocuğu” kategorisine geçiyorlarmış ya, öyle erkenden çocuk falan diyemem bebeğime ben! Bir Türk annesi olarak, Defne artık “Anne yeteeerrr!” diye cinnet geçirene kadar bebeğim diye sevmek niyetindeyim kendisini, bu da üniversite yıllarına falan tekabül edebilir, karışmam:) Ayrıca “bebeğim” dememi öpüp başına koysun zira 30’unu geçmiş ben ve benim gibileri “boncuk, kuşum, minik kuzum” diye seven anneler var, onlar kendilerini biliyorlar:)

 

 

Gelişmeler? Var. Olmaz mı? Çeşit çeşit.

Yemek: Çorba savaşlarında durum lehimize dönmeye başladı, az mı? Kıymaları dilinin ucuyla itip boncuk boncuk dizmekten sıkıldı, yemeye karar verdi. Artık yemekleri ağzına almamak yerine, alıp püskürtmek, alıp biriktirip toplu püskürtmek, hapşırıp püskürtmek, gülüp püskürtmek daha eğlenceli! Kabak, havuç, patates, kıyma tamam gibi de doktor pırasa dedi, karnıbahar dedi, bu savaş burada bitmez dedi. Ahhh ahh…

Emekleme: Emekleme konusu hala bir muamma. Emeklemeye hevesi, yürümeye yeteneği var diyelim:) Emekleyerek 15 cm ilerleyemezken, ellerinden tutunca 15 m gidebiliyor.

Diş: Yok. Damağın altındaki ele gelen tırtığı sayarsak 0.25 dişi var, hakkını yemeyelim!

Uyku: Artık söylenmeyeceğim! Kucakta çok zor deyince, beşikte devamlı sallanmaya, beşik zor deyince, yanımızda yatmaya, 3 kere de kalkılır mı yuh deyince 5 kere kalkmaya başlıyor! Çevresiyle çok ilgili çocuklar az uyurmuş diyorlar. Yersen:)

 

Genel hal ve gidişat: Kendini “çığlık” la ifade etmekten vazgeçti. (Neyseki, bkz. 7. ay) Artık bizimle bayağı oyun oynuyor, şakadan anlıyor, kızıyor, ağlıyor, kahkahalarla gülüyor, ama eskisi gibi herşeye değil. Gerçekten komik olmak gerekiyor ama gerçekten. Herşeyi delice merak ediyor, görmek istediği birşey için engel tanımıyor, biz de dahil. Önüne geçen herkesi, herşeyi itip, sağdan soldan bakıyor. “Heeey” diye sesleniyor, yeterince ilgilenilmediğini düşünürse “heeeeyyyyyy” diye çığlığı basıyor. Önüne ekmek kırıntısı koyunca serçe gibi toplayıp yiyor. Kitapları sadece kemirmek için kullanmıyor artık, takriben 3 dakika özel ilgi gösteriyor. Evde en çok 2 m2’lik çamaşır odasını, dışarıda her yeri seviyor. Bir de en çok beni seviyoooorr:)

Ha bi de saçı var artık. Toka bile takıyor:)

 

 

 

Hayat dışarıda güzel!

Defne doğmadan önce karda, yağmurda, soğukta, hatta 20’nin altı, 30’un üstü her derecede dışarıda bir bebek görsem “Bunun anası babası da deli mi? Bu havada el kadar çocuk dışarı mı çıkarmış? ” diye bıdı bıdı eder, hatta daha da ileri gider, haddimi bilmez, “Ay çocuğu yapmışsın, otur oturduğun yerde, az büyüyene kadar da gezmeyiver.” diye coşabilirdim. Tabi içimden. Dışımdan söylemeye cesaretim olsa zaten, muhtemelen cevabımı alır, otururdum yerime. Zira şimdi Defne’yi dışarı çıkardığımızda gözleriyle taciz eden, yanımızdan geçerken cık cık’layan hatta yetinmeyip “Aaa hasta etceksin çocuğuuu, sar ağzını yüzünü sar sar.” diye kendini herkesin annesi zanneden teyzelere cevabını verip oturtmak istiyorum yerine. Şu 8 aylık tecrübemle öğrendim ki çocuk dediğin açık havada büyür arkadaş!

 

 

 

Aslında ben öğrenmedim, Defne öğretti desem daha doğru galiba. “Aman şuncağız ne anlar, börtü böcekten, daldan ağaçtan.” derken ilk zamanlar, Defne’yi gezdirmekten ziyade kendim hava alayım, görevimi yapayım, dostlar alışverişte görsün, hatta bebek  arabasına verdiğimiz para işe yarasın diye bile dolaştırmış olabilirim Defne’yi. Tabi hava sıcacık, günler pırıl pırılken herşey kolay. Ama kız büyüdü, hava kötüleşti, her Türk annesi gibi “nan bu çocuğu hasta eder miyiz?” manyaklığım başladı, bir acaba dedim. Evet dedim. Ama Defne’nin dışarıda ne kadar mutlu olduğunu, bir yaprağın sallanmasının bile onu heyecanlandırdığını(evet biraz şapşal olabilir:)), rüzgar yüzüne esince kahkaha attığını, yoldan geçen her köpekle sohbet ettiğini, evet bayağı sohbet ettiğini görünce, sokaktaki her insana  karşısındaki “celebrity” miş gibi ağzını ayırınca benim kafaya dank etti. Hayat dışarıda güzel!

 

 

 

Üşür mü, hasta olur mu, bu havada dışarıda çıkarılır mı yalan. Kötü hava yoktur, kötü kıyafet vardır! Yeni mottom bu! Uyarsa…

Ha bi de dışarıdan dönünce Defne daha iyi uyuyor. Ama çıkmamız ondan değil. Belki biraz. Bak valla:)

Not: 1.Celebrity ne dersen, bildiğin ünlü. Ama öyle böyle değil, çok ünlü!

2. Bu yazının bir de alışveriş merkezi versiyonu var. Pek yakında!

Sözüm söz!

Ben mutfakta vakit geçirmekten keyif alanlardanım. Yeni şeyler denemeyi de, anne usülü eski tatlar için çaba sarfetmeyi de severim. Yemek kitaplarını, dergilerini alıp uzun uzun okurum. Bizim evin mutfağından her daim güzel kokular yükselir.

Diye cümleler kurabilirdim. Eskiden:) Yani Defne’den önce. Şimdi yemekle ilişkim, en sevdiğimiz ama en pratik yemekleri en kısa sürede hazırlamak ve yemekten ibaret. Artık ben diyim zamansızlıktan, siz diyin tembellikten mutfaktaki sandalyedense salondaki koltuk pek bir cazip görünüyor gözüme! Lakin bu gidişata bir dur demek lazım! Defne bir büyüsün, şu aşağıdakileri yapacağım. Bak valla yapacağım. Hayır, şimdi de yaparım da Defne yiyemez. Ondan.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kar yağar, kafa karışır…

 

 

Hayatımın ilk 9 senesini Kayseri’de, ikinci dokuz senesini Mersin’de, kalanını da Ankara’da geçirdim ben. Sonuç? Kafa karışıklığı. 9 yaşıma kadar her kış belime kadar karın içinde büyümüş bir insan olarak, yıllarca Mersin’deki “kar gezisi” konseptine adapte olamadım. Kar gezisi ne ola ki derseniz, bir grup insanın bir otobüse doluşup, 15 derecenin altına düşmemiş bir sıcaklıkta bir heves atkı, bere, eldiven ne bulursa kuşanıp, yarım saatlik bir yolculukla Toroslar’a doğru yol katedip, bir avuç buz olmuş, çamurlanmış kar öbeğinde gününü gün etmesidir. Her gezi gününü “kar görmeye üstüne bir de para mı vercem yaa” diyerek evde pijama, TV ikilisiyle geçirmeyi tercih etmişimdir. Ta ki vücut İç Anadolu insanı olmayı bırakıp kendini Akdenizli zannedene kadar. Sonra Mersin günleri tatil günleri oldu, Ankara’ya taşındım.

Bu defa da her 29 Ekim’de atkımı, beremi sarınıp Mersin’e gittiğimde, sahilde otobüsten inip şıpıdık terlik-şortla balık tutmaya giden insanları görüp kafayı yemeye başladım. Her şubat tatilinde sahilde kumlara oturup kitap okudum, gevezelik yaptım, hatta bazen -camış gibi- yattım.

Tüm bu süreçte de “Ben İç Anadolu insanıyım, bana soğuk koymaz.”, “Ben Mersin’liyim, 20 derecenin altında üşürüm.”, “Kış insanıyım karsız olmaz.”, “Kar yağınca da soğuk oluyor lan, yağmasa mı ki?” diye gelgitler yaşadım. Yani demem o ki ben hiç şöyle havalı cümleler kuramadım: “Ayy ben kış insanıyım, yağmur, kar, kahvesiz yapamam.” ya da “Yaz insanıyım ben, güneş her daim ruhumu ısıtır benim!” Anladım ki ben bir çeşit halinden memnun olmayan eşek figürüyüm, her havada söylenirim!

Bunları anlattım ki Defne bari benim gibi olmasın, yarın bir gün girdiği ortamlarda “Ben kış insanıyım, kar yüreğimdeki saflığı, sis ruhumdaki gizemi temsil ediyor.” bıdı bıdı bıdı diye havalı cümleler kursun! :)) (yapmaz dimi yaaa?)

Ha bir de bugün Ankara karlı, ordan aklıma geldi.

 

hayat bilgisi 103

Baba soytarılık yaparsa gülmek gerekir:)