Halinden de memnun ama eşek yine eşek!

35 yaşını geçmiş, okumuş yazmış, mimar olmuş, evlenmiş, üzerinize afiyet bir kız bir oğlan iki de çocuk yapmış, çocukların birini okula öbürünü bakıcıya satmış, kariyerde coşmamış, ama eh yani batmamış da bir kadın olarak, ah ulan şimdi köyde yaşamak vardı, tarla sürer, öğlenleri ayran içerdik desem, duyacaklarım hoşuma gitmez zannımca.

Boşan da semerini yeciler, karı Allah’tan belasını mı arıyorcuları döver mi?

Orta yaş bunalımı böyle oluyor demek kiciler, buna rahat batmışcılarla işbirliği yapar mı?

Hal, durum öyle değil ama. Vallahi.

Önce şükür. Allah’a, bana verdiklerine, vermediklerine, emanet ettiklerine binlerce şükür.

Ama bir şey de dürtüp duruyor beni. Sen de kurt, enteller desin iç görü, ben diyeyim hayal gücü!

Biz Güney’le her şehirler arası araba yolculuğumuzda, geçtiğimiz köylerde, kasabalarda bir oyun oynarız.

Dık.

Oynardık.

Şimdi daha ziyade, böğürme çocuğum, arka koltuğa yanına çağırma çocuğum, artık 20 yaşında değilim, popom iki koltuğun arasına sığmıyor çocuğum, tamam evet şarkı söyleyin, yol daha çabuk biter, ama dur bi dakka aynı anda söyleyin, böyle anlamıyoruz dediğinizi, hayır Defne Doğa’ya vurma, onun da hakkı şarkı söylemek, Doğaaa, ablana tükürme, o sana öğretmeye çalışıyor. Susuuuuunnn laaan şeklinde.

Bu kısmı es geç. Konu “dık” tan öncesi.

Hani yolda artık hiç bir radyonun çekmediği, TRT FM’ in bile nazlandığı, ama TRT Türkü’nün, istasyon arabanın tepesindeymişcesine gürledediği anlar var ya. Hah işte, tam o anda şöyle gönül yayını titreten bir türkü başlar. Beyaz geyme tooooz oluuur, siyah getme söz oooluurrr…

Ve biz Güney’le hayal kurarız. Şu köyde yaşıyor olsak, sen traktör sürsen, ben öğlenleri sefer tasında yemek getirsem. Çocuklarımız Rukiye’ yle Osman. Anamgil beni vermemiş de sen kaçırmışsın, evlenmişiz. Köyün en güzel kızı benmişim. Öbür köylerden kimler kimler istemiş da sana kaçmışım.

Sonra biraz daha büyücek bir yerlerden geçeriz. 2-3 katlı evlerin de olduğu ilçelerden. Ben köyün hemşiresi, Güney ilkokulda öğretmen. Lojmanda otururuz. Yılda iki kere Ankara’ya gezmeye gideriz. Sen Cüneyt olursun, ben Necla.

Yolumuz Ege taraflarınaysa eğer, mavi boyalı ev bizim. Mutfağında tel dolabı, tereği olan. Camın önündeki iki kişilik masada muşamba örtü üstünde, aluminyum tavadan yumurta yeriz. Çay tabaksız bardaklardan çay içeriz. Zeytinin çekirdeğini çatala çıkarmayız da, yumruk yaptığımız elimizin tepesine koyar, muşambanın üzerine atıveririz.

Atıveririz de hep doğada, toprakta Anadolu’da değil maalesef gözümüz.

How I Met Your Mother seyreder, ah ulan niye New York’ta öğrenci olmadık 3-5 yıl deriz.

İş için Bologna’ya gider, her gittiğimizde, oradaki evlerden birilerini sahiplenir, bir gün orada yaşayacağımıza sözler veririz.

Barselona’da bilmem kaç liralık ev alana, oturma izni var diye, kredide olur gözümüz!

Tabi bir aşamada Güney bıkar, yörü git lan manyak mısın, mis gibi yuvan, yakışıklı kocan, iki de gül yavrun der.

Der de ben durmam.

Şehrin en kalabalık yerinde 60 m2, teraslı minnacık bir evde niye hiç oturmadık?

Neden bahçeli bir eve taşınmadık?

Biz hayatımızın bir evresinde arabamızın tepesinde sörfler, kıçımızda şortlar bir hayat yaşayacak mıyız?

Oolum o kadar mimar olduk, şöyle ormanın ortasında kendi kendine yeten bir “Pasif Ev” imiz olacak mı?

Acaba hiç evlenmesek, hiç çocuğumuz olmasa yine de Tuba, Güney olur muyduk?

Bazen ortayaş bunalımı böyle oluyor demek kicilere yakın da hissetsem kendimi, benimki hayatı kaçırıyoruz, yaşlandık endişesinden çok, niye sadece “bir” hayat yaşamak zorundayız deliliği.

Bu hafta bana Necla deyin oolum, ben köye gidiyorum.

Haftaya Ezgi dersiniz, İzmir’de doğmuş büyümüş, New York’ta okumuş, şimdi memleketine dönmüş, kite board öğretmeni olmuş dersiniz. Çocukları da iki annemden biriniz bakarsanız bir zahmet. Tek başıma bakamayacağımdan değil, konsepte uymaz. Biraz anlayış lütfen!

Sonraki hafta Fethiye ormanlarında inzivadayım, adım da Münzevi.

45 dakikalık Game Of Thrones’ta yüzyılın en güzel bölümünü, savaşın en güzel yerinde tam 4 kere uykuda ağlayıp bölenler mi? Onlar yok inzivada.

“Hand” diye yazdığın şey hent diye okunuyorsa, demek ki “hent” diye yazılmalı, “yazıldığı gibi okunmuyor diye bir şey olmaaaaz” diye yarım saat zırlayanlar da yok.

Ah ulan Dovaaa, dizinin en güzel yerinde bana bunu yapmayacaktın!

 

 

 

Su gibi olmakta yüzüm…

Bugün Ramazan başlıyor dedim Defne’ye. Bazılarımız oruç tutacak dedim. Oruç ne demek hatırlıyor musun diye sordum. Evet dedi, gece kalkıp yemek yiyecekler, bir daha akşam olana kadar yemek yemeyecekler. Geçen sene öğrenmişti. Ama bu defa biraz hayretle, biraz da korkarak sordu, çocuklar tutmak zorunda değil di mi? Belli bir yaşa kadar tutmak zorunda değil dedim.

Kimse ‘zorunda’ değil. İnanan, yapabilen, isteyen…

Aç kalan insanları mı anlamak için tutuyoruz diye sordu. Bazen yemeğimiz olduğu için şanslı olduğumuzu unuttuğumuz için mi? Yemeğimizi yemeyip dökmenin kötü olduğunu hatırlamak için mi? Aslında paylaşsak olmayanlarla. Bize fazla gelmese, onlar aç kalmasa dedi.

Sadece ‘yemek’ değil dedim konu. Azalmak değil sadeleşmek, bedenimizi de ruhumuzu da bir nevi temizlemek. Dilim döndüğünce anlattım bana ‘oruç’ ne demek. Peki, neden 30 gün tutuyoruz orucu, bir günde anlamıyor muyuz, orucun bize anlattıklarını. Hadi 30 gün tuttuk, seneye unutuyor muyuz bu sene öğrendiklerimizi, neden bir daha tutuyoruz dedi.

Unutuyoruz tabi dedim. Seneyeyi bırak, bugünden yarına bile unutuyoruz.

Acıları, kötülükleri, başkalarının yaşadığı zor hayatları.

Arkamızı döndüğümüz anda unutuyoruz.

Ben unutmam dedi önce.

Hem hani Allah yaratmış ya bizi dedi, hani su kaplumbağalarımın en en en en büyük dedesiyle anneannesini yarattığı gibi, sonra onların yavruları olmuş, sonra onların da yavruları… Biz de öyle olmuşuz ya… Herkesi ‘iyi kalpli’ yaratmamış mı?

Sonra bir iç sorgulama yaşadı.

Unuturum dedi. Ben iyi kalpliyim ama bazen seni üzüyorum, arkadaşlarımı üzüyorum bilmeden.

Durakladı.

Bazen de ‘bilerip’ yapıyorum anne dedi. Yanlışlıkla değil. Sesi titredi.

Unutuyorum iyi kalpli olmayı. Kızınca unutuyorum.

Allah herkesi iyi kalpli yaratır, kötü olmayı insanlar seçer dedim.

Üzüldü.

Kötü kalpli miyim ben dedi.

Hayır dedim, kızınca bazen herkes istemediği, kötü şeyler yapabilir. Ama bunu yaptığına üzülüyorsan, pişman oluyorsan,kırdığın kalbi tamir etmeye uğraşıyorsan kötü değilsin. Sadece insansın. Herkese bazen olur.

Peki o zaman, bir ay, daha ‘iyi’ olmaya uğraştığımız için, daha az yediğimiz için mi sonunda istediğimiz kadar şeker yiyebiliyoruz dedi.

Bayram bu mu demek?

E haklı.

Bir nevi.

Kısa özet.

Sonra unuttu.

Az önce’ bazen kötü kalpli olduğuna üzüldüğünü’ unuttu.

Evet unutmak bazen iyi. Yaşayabilmek için. Mutlu olabilmek için.

Unutsak. Bize yapılan kötülükleri. Üzerini örtmesek de, üzerinden geçebilsek üzen şeylerin.

Ama bir de hep hatırlasak.

Bizden başkasına yapılanları. Haksızlıkları.

Daha ‘iyi’ insanlar olmayı.

Başkaları için elimizi taşın altına daha çok koymayı.

Ben bu Ramazan oruç tutamıyorum ama elimi, dilimi, kalbimi arındırabilmek niyetim.

Daha ‘gönlü güzel’ olabilmek.

Tutmayana dil uzatmayıp, tutana yüreğimle destek vermek.

Geçen sene Ramazan ayında, Doğa daha 10-11 aylık, bir parça patatesi dişsiz ağzında hamura çevirmiş, ısrarla Defne’ye uzatıyordu. Defne de ‘Saol Dova istemiyorum’ diyordu. Doğa pes etmiyor, ağzına ağzına sokmaya çalışıyordu Defne’nin. Defne en sonunda dayanamadı, ‘Saol saol Dova, ben yiyemem, büyük orucuyum.’ dedi. Sonra da kulağıma yavaşça fısıldadı. Neden öyle dedim biliyor musun, patates çok tükürük olmuştu, iğrençti, yemek istemedim. Ama üzülmesin diye de söyleyemedim. Kalbi kırılırdı.

İşte bu Ramazan o saflıkta gözüm. O iyi niyette yüzüm.

O kadarı akan su, ben ise devede kulak belki.

Ama o suya atılan taş da olsam, yeterim.

Daha çoğuna o zaman niyet ederim.