Currently Browsing: İlkler

Barselona da bitti, sıra önümüzdeki maçlarda!

15

Ne New York’u gördüm, ne Küba’ya gittim, ne Alp’lere tırmandım ne Niagara Şelalesi’nde yüzdüm ama Avrupa’da epey bir şehir gördüm, gördük. Güney’le. Paris, Brüksel, Amsterdam gibi olmazsa olmazlara da gittik, Biarritz, Arcachon, Bilbao gibi öyle her turist illa gitmeli olmayan şehirleri de. Kimisine iş için, kimisine gezmeye. Ama bir tek Barselona için buraya mutlaka bir daha gelmeliyiz dedik. Ve hatta bir yolunu bulup burada yaşamalı.

Ve çok şükür gittik, gidebildik. Defne ile.

İşte size pek mühim “2 yaşında çocukla gezi rehberi”!

Geçen sene uçakla Antalya’ya tatile gitmiştik. Şurada anlatmıştım. E bir yaşında bebekle bunu başaran, iki yaşında çocukla neler başarmaz diye verdik gazı, verdik gazı. Ne kadar da safmışız!

Kural 1: İki yaşına gelmiş ve sendromlardan sendrom beğenen çılgın bebeğine asla güvenme!

Daha bir ay önce ikimiz Mersin’e uçakla gittik, hiç sorun çıkarmadı, hatta başka bebeklere, kemerini tak, ağlama uçak güzel diye akıllar verdi diye, bunu 2+3 saatlik aktarmalı uçuşta da gerçekleştirecek, güzel güzel uçak yemeği yiyip, melekler gibi uyuyacak sanmıştım da meğer tatil romantizmindeymişim, çok geç anladım. Giderken öğlen 1’de çıktık evden, gece 11’de Barselona’daki evimizdeydik. Uyudu mu? Evet, uçak inmeye on dakika kala. Kemerimi takmayacağım diye bağırarak. Bayılarak. Sızarak. Artık uyanmasın diye ağzınla kemeri mi açarsın, bebek arabası gelene kadar Defne’nin çantasını sırtında, kendi çantanı totonda, montunu gıdında mı taşırsın sen bilirsin. Uyudu ya!

(Yazının ilerleyen zamanlarında göreceğin gaz verme taktiği ile dönüş yolunda anında uyudu. Tecrübe önemliymiş! Çocuğumun niyeti varmış, sendromu yokmuş, melekler gibi uyuyacakmış, annenin kafa geç çalışmış.)

 

14

 

Kural 2: İki yaşına gelmiş ve sendromlardan sendrom beğenen çılgın bebeğin gazla çalışıyor, her konuda uygula!

Gecenin 11’inde yarı uyur yarı uyanık eve getirdiğimiz Defne’yi öyle bir gazladık ki, burası Barselona’daki evimiz, birkaç gün burada kalacağız, çok mutlu olacağız, hep gezeceğiz, hep gezeceğiz, çok eğleneceğiz diye, çocuk utanmasa tapuyu isteyip koynuna alıp öyle yatacaktı. Sabah gözünü açar açmaz da ilk önce “Evimiz çot güzeeeel” dedi ve arkasından ekledi, “Şimdi nereye gidiyos?” Konsepti kapmıştı yavrum!

(Biz Barselona’da 1+1 yada 2+1 imsi bir evde kaldık. Mutfağı, ayrı bir yatak odası, rahat bir banyosu vardı. Kahvaltıları evde yaptık. Defne gönlünce dolanıp durdu tek oda olmayınca. Ev 1. kattaydı ve Defne evde olduğu her saniyeyi Fransız balkonunda geçirip, tüm sokağa laf attığı için gezinin sonunda sokakta yaşayanlar camdan bize lollipop atacak kadar, çöp toplayan kamyonun süper havalı, kolları dövmeli personeli her akşam el sallayacak kadar mahalleden görmeye başladılar bizi.)

 

page2

 

Kural 3: İki yaşına gelmiş ve sendromlardan sendrom beğenen çılgın bebeğinin adı üstünde çılgın, asla pusete oturtmaya çalışma!

Tüm gezi boyunca pusetinde oturup çevreye gülücükler atan, sonra da orada sefil uykulara dalan bebeklere çok özendim. Sonra hırslandım. Sonra kızdım. Sonra çıldırdım. Defne doğduğu günden beri puseti hiç sevmedi. Bizim pusette, çanta taşıdık, market poşeti taşıdık, ayakkabılarımızı bile taşıdık ama bir Defne’yi taşıyamadık. Elin Avrupalısının çocuğu pusette masum masum oturur ve uyurken, hatta iki çocuğu tek pusette uyurken, hatta iki çocuğu tek pusette uyuyup, arkaya tekerlekle bağlanan aparatta üçüncü çocuğu da ayakta dikilerken (evet, gerçekten böyle bir aile gördük!) bizimki totousunu değdirmedi. Önce Avrupalılara imrenirken ne uslu diye, sonlara doğru çamur atmaya başladım, amaaan bunlarınki artık usluluk değil, bildiğin mallık, bak nasıl da boş boş bakıyor çocuklar, hep ilgisizlikten, benim çocuğum öyle mi diye. Bizim çocuklarımız nasıl akıllı, nasıl cin, nasıl da deli deli bakıyorlar?! Canımın içi, akıl küpü, özgürlük savunucusu, Türk evladım!

(Bizi en zorlayan konu, puset oldu heralde. Biz de çocukla geldik demedik, her sabah 10’da çıkıp, her akşam 9’da geldik, ve yemek yeme anı dışında hep yürüdük. Defne de hep yürüdü. Bu tempo ona birazcık(!) ağır gelmiş olabilir. Biz çok geç anladık 🙂 )

 

9

 

Kural 4: İki yaşına gelmiş ve sendromlardan sendrom beğenen çılgın bebeğin ne yiyecek diye korkma!

Ama Türk anneliğinden de ödün verme. Ben her ihtimale karşı, ev kekimi, böreğimi, peynirimi falan aldım ki yanımıza kıtlık çıkarsa çocuğumuz aç kalmasın! Badem, ceviz, kuru kayısı, fıstık da lazım, malum kıtlıkta bile “iyi yağlar” önemli!

(Yemek konusunda pek sorun yaşamadık, idare edecek kadar yesin yeter, ve ne yerse yesin 5-6 günden birşey olmaz kafasıyla gitmiştim zaten. İçine sadece köfte konmuş McDonalds hamburgeri de yedi, eski gezimizde keşfettiğimiz Türk lokantasından döner de, İspanyol restoranlarında ne bulursa onu da. Az yedi ama dert etmedi. Bir tek McDonalds’larda verilen çilekli süte çok isyan etti. Baba bu ayyan diiil, yanlış almaa! Aç kaldığı yerde çikolatalı puding de yedi, meyveli yoğurtta. Dönünce, özüne döndü. 6 günde ne obez oldu, ne sıska. )

 

3

 

Kural 5: İki yaşına gelmiş ve sendromlardan sendrom beğenen çılgın bebeğin uyumaz sanma, gazla çalışıyor dedik ya!

Şu 5-6 günde iyice anladık ki, evet Defne gazla çalışıyor. Öğlenleri pusetinde oturan milyon tane uslu Avrupalı bebeği gösterip, aaa bebekler arasında uyuma yarışması düzenleniyormuş, hadi çabuk çabuk, sen Victoria’dan önce uyuyacaksın, bak Eugine uyudu bile, tüh olamaz, sen birinci olacaktın, bak geç kaldın hadi diye verdik coşkuyu. Pusete giriş hızını görünce gözlerim yaşardı!

(En korktuğum konu uykuydu. Defne 7-8 aylıktan beri hiç pusette, dışarda uyumadı, uyutamadık. E o zaman neyinize güvenip gittiniz deme, bilgisayarda biletin onay tuşuna basana kadar, çocuğun sana melek gözüküyor melek! Ama yarışma fikri pek cazip geldi. Her gün maksimum 40 dakika uyudu ama olsun. Uyudu ya!)

 

5

 

Kural 6: İki yaşına gelmiş ve sendromlardan sendrom beğenen çılgın bebeğin Türkçe’yi konuşamıyor, gavur ellerde nasıl iletişim kuracak diye hayıflanma!

Daha havalanında Madeline teyzeyle, Münih’te Franz amcayla, parkta Victoria’yla bildiğim sohbet etti! En son girdiğimiz H&M’de çocuk kıyafeti yok mu diye sormaya çalıştığım güvenliğe, göğsüne vura vura “Depme’ye kıyapet, Depme’ye kıyapet” derken, anladım ki bu veletler her şekilde gemisini yürütür!

(Daha doğumdan çocuğunu çift dilli yetiştirmeye çalışan Türk anne-babalara pek bir burun kıvırır, dırdır ederdim. Meğer bu çocuklar hakkaten dile ne yatkınmış ya?! Hola diyene, hola, hellocuya hello, hallocuya hallo. Valla havaalanındaki görevli adam Defne’ye “what a cute girl” deyip, Defne aynen tekrar edince anladım ki, anlamadığı bir dil de olsa bebekler tüm sesleri doğru algılıyor.)

 

page1

 

Kural 7: İki yaşına gelmiş ve sendromlardan sendrom beğenen çılgın bebeğinin anası babası mimar, bir de İspanya’ya gitti diye mimar olacak sanma!

Koca şehirde ne kültür mirasları, ne dünya tarihleri vardı da, bir avuç kum kadar mutlu etmedi Defne’yi be! Hayvanat bahçesine de gittik, yunus gösterisine de, tüm şehri gezdik, bir sürü binaları da, ata da bindik, kocaman su topunda da yuvarlandık. Ama sahile indik, kumlarda yuvarlandık ya. İş orada bitti. Boşa gitti bizim paralar. Bundan sonra istikamet arka parkta kum havuzu. Bedava!

(Şaka bir yana gezmeyi inanılmaz sevdi. “Heykel avcısıyız” diye garip bir şarkı ve dans uydurduk, tüm şehri öyle gezdi. Bütün binalara baktı. Herşeyi inceledi. Önce hoşumuza gitti. İlgili yavrumuz diye hisli hisli baktık. Sanata ilgisi var çocuğumuzun dedik. Sonra yerdeki karıncaya da, yaprağa da, çöpe de, sokak sanatçılarına da, Sagrada Familia’ya da aynı ilgiyi gösterip, 100 metreyi 1 saatte yürüyünce, geçti romantikliğimiz.)

 

7

 

Kural 8: İki yaşına gelmiş ve sendromlardan sendrom beğenen çılgın bebeğinin sendormalardan sendrom beğeniyor, tedbiri elden bırakma!

Böyle güzel güzel geziyor, bulduğunu yiyor, iyi-kötü uyuyor, pusete de oturmuyor ama o da nazar boncuğu diye havalara girdik ya, herşey tozpempeydi ya. Birden gökyüzü bulutlandı, şimşekler çaktı, yağmur patladı. Ortalık viran! Edebiyat yapmıyorum, valla bak! Bir öğleden sonra saat 5 sularında gökyüzü delinmiş, deli gibi yağmur yağıyor, Defne artık yorgunluktan iki adımda bir yere yuvarlanıyor.

Defnecim hadi pusete binelim, hızlı gidelim.

Puset diiiiiilllll!

Hadi kızım kucağıma alayım, bak ıslanıyoruz.

Kucak diiiiiiilll!

Tamam sen burada kal o zaman, ıslan yağmurda.

Yağmur diiiiillll!

Defne çıldırtma insanı!

Depmeeee diiiillll!

Böyle bir iki kriz yaşadık, Allah dedik, meğer tam iki yaşını bekliyormuş iki yaş sendromu, tam da yaban ellerde buldu bizi dedik, vah tüh ettik -ben bir ara Defne’yi daha çok ağlarsa polise vermekle tehdit etmiş bile olabilirim- bittik biz dedik.  Ankara’ya dönünce geçti! Klasik delilikleri ve inatları devam ediyor ama yarım saat çamurlu sularda yerlerde yatıp bağıracak kadar değil. Meğer yorgunluktan ve uykusuzluktan sapıtırmış çocuğum. Pek duyarlı ana-babası anlayamadı da, günde 10 saat yürüttüğümüzü öğrenen arkadaşlarımız uyardı sağolsun 🙂

Gittik geldik, Barselona’yı bir kez daha sevdik. Defne’yle gezmeyi çok sevdik.

Bir daha gider miyim?

Kesinlikle eveeet!

Yakın zamanda mı?

Kesinlikle hayıııır!

Dur daha yeni geldik, biraz dinleneceğiz!

Şimdi diiiiiiil!

Okuyucuya özel not: Fotoğrafların içerikle hiçbir alakası olmayıp, tamamen rastgele konulmuştur. İkisini birarada yapmayı becersem, benim de gazetede bir köşem olurdu, hayret birşey!)

Van Gogh diyorum Van Dogh değil!

Pazar günü uzun zamandır aklımızda olan Cer Modern’deki Van Gogh Alive sergisine gittik. Uzun zamandır gitmekti de niyetiniz niye bugüne bıraktınız dersen, bu pazar son güneşli pazar, hadi Odtü’ye, yok asıl bu son güneşli pazar Hayvanat Bahçesi’ne, aaa yollar kar buz olursa taaa Nata Vega’ya nasıl gideceğiz, hadi bu pazar oradaki akvaryuma, ohooo yılbaşına bu kadar kala İkea’ya uğrayıp tüm süslerden almadan olmaz, hadi bu pazar İkea’yaya diye diye bugünlere geldik. Sanatla ilişkimiz biraz sığ mı göründü sana? Yoo, sığ biraz ağır bir kelime. Mevsimsel diyelim istersen. (Yazar burada, karı-koca mimar olduklarını, yıllarca sanat tarihi okuduklarını, bir müze binası görmek için Avrupa’nın bir ucundan bir ucuna günübirlik gittiklerini ama o zaman çok genç, çok hevesli olduklarının unutulup, sadece Türk olduklarının hatırlanmasını ve bu veriyle yargılanmayı talep etmektedir.)

Defne doğduktan sonra sanatla ilişkimizin Luli Tv’deki Van Dogh’la sınırlı olduğunu düşünürsek -hayır google’lamana gerek yok, tam da adından anladın işte, ressam bir köpek ve adı bingo! çok yaratıcı bir biçimde Van Dogh!- ve sanatsal eleştirilerimizin kaynağının “Van Dogh resmi düzensiz buluyor, düzeltip, tahmin etmekten istiyor.” dan ibaret olduğunu düşünürsek Defne kadar bizim için de heyecanlı bir deneyim olacaktı.

Pazar sabahı saat 10 olmadan -evet 10 olmadan, prensip olarak pazarları da erken kalkıp, günümüzü dolu dolu ve kaliteli geçirmeyi benimseyen bir aileyiz. Hayır, tabi ki öyle değiliz, Defneee lütfen 6’da kalkma artık, lütfen!- düştük yollara. Defne evden çıkarken, ayakkabılarını giymemek, iki eline iki ayrı eldiven giymek, kafasına benim yazlık hasır şapkamı takmak gibi eylemlerde bulunup ve bütün bunları yaparken işin içine bir miktar çığlık katarak  durumu sabote etmeye çalıştıysa da yılmadık!

Saat 10’da kimsecikler de olmaz, ooh rahat rahat gezeriz diye geldiğimiz sergide, kapıda onlarca ama onlarcaaa küçük çocuğu sırada görünce, bir içimiz ısındı, bir çocuk sevesimiz geldi, böyle bağırıp çağıran, gürültü yapanları tek tek esirgemek istedim. Kendimden! Anneyim diye huysuzluktan vazgeçecek değilim!

Sergi? Gerçekten heyecan vericiydi.  Heyecan vericiydi, çünkü kapkaranlık, çok yüksek tavanlı bir salondaydı. Heyecan vericiydi, çünkü işin içinde müzik vardı. Heyecan vericiydi, çünkü ekranları, duvarları, kolonları, tavanı ve hatta yeri de dolduran, coşkulu renkler ve canlı detaylar vardı. 3000’den fazla görüntü, dev boyutlarda her yere yansıtılmıştı, ve bu görüntüler durmadan  güçlü bir klasik müzikle senkronize şekilde oradan oraya akıyordu. Serginin sloganı “Çerçeve yok, içindesin.” idi. Gerçekten de o hissi yaşadık.

Defne mi? Beni bile şaşırtacak kadar çok ilgilendi. Beni bile diyorum çünkü Defne “değişik” olan herşeyi sever. Daha önce görmediği herşey, her yer onu heyecanlandırır. O yüzden hoşuna gideceğini zaten biliyordum ama bu kadar ilgileneceğini hiç düşünmemiştim. Hele de sergiye kafasında koca hasır bir şapka, ağzında emzik, elinde iki değişik eldiven ve Sultanahmet Köftecisi balonuyla, ve huysuz bir suratla geldiği düşünülürse! O huysuzluk geçti. Annieeaa çiçek, anniiea avaba, annieaaa guş diye her şeyi anonslu bir şekilde tüm sergi gezenlere gösterdi. Detayları çok anlaşılmayan resimlerde, bazen bizim görmediğimiz minik detayları farketti, yerdeki resimlere bakmak için yerlere yattı. Yüksekten geçen görüntüleri heyecan çığlıklarıyla karşıladı. Girişte uyarmışlardı, bazı çocuklar karanlıktan ve yüksek müzikten korkabiliyorlar diye, Defne belki de henüz küçük olduğu ve “korku” kavramını henüz çok da bilmediği için öyle bir sorun yaşamadık. O kapıda “esirgemek!” istediğim bir dolu çocuk da bizimleydi sergide. Hepsi yerlere oturmuş, kimisi ilgiyle izliyordu, kimisi sınıftaki Buse’nin en iyi arkadaşının kim olduğunu tartışıyordu. Defne’yi de onların yanına oturttum, sanırım kendisini sınıf atlamış gibi hissetti, aynı onlar gibi davranıp gülenle güldü, öksürenle öksürdü. Buse’nin en iyi arkadaşı için meniiim diye yorum bile yaptı.

Buse'nin en iyi arkadaşı konusunda tartışma yaşanıyor.

 

Arkadaşlarıyla sanat tartışıyor.

Defne de, biz de gerçekten keyif aldık. Çıkışta sıcak çikolata ve kahve, Divan Pastanesi çalışanlarının Defne’yle arkadaşlık edip, onunla oynamaları ve hatta Defne’ye yaptıkları ikramlar -Defne’ye verdik, siz yemeyin dediler, ne büyük nezaketsizlik!:)- keyfimizi ikiye katladı.

 

Hala görmediyseniz, bence gidin. Ufaklıkları da götürün.

Kar da yağdı. Kış planımızı açıklıyorum. MTA Tabiat Tarihi Müzesi, Rahmi Koç Müzesi, Anadolu Medeniyetleri Müzesi… E tabi Gordion, Cepa, Kent Park, İkea. Bilumum cafe ve arkadaş evleri! İştirakçileri bekliyoruz!

 

 

 

Hayvanlar alemine giriş 101

Pazar günü hava güneşliydi ya, her üç Ankaralı’dan biri gibi hayvanat bahçesine gittik. Diğer ikisi de Gölbaşı ve Eymir’e gitmişti. Defne artık teoride tek uyku uyuduğu, onu da öğlen uyuduğu, dışarıda, pusette falan uyuyamadığı, uyutmak için illa eve dönmek gerektiği için düşmedik sabahın köründe yollara, bildiğin heyecandan düştük. Daha önce bir kere daha gitmiştik, Defne küçüktü, hava 34 santigrat celcius’tu, öğlen saat 12’ydi, biz acemi anne-babaydık. Ağustosta öğlen saatinde “Serindir oralar, birşey olmaaaz” diye evde uyumayan Defne’yle cinnet geçireceğimize, beynimizi güneşte pişiririz diye atmıştık kendimizi oraya. Ama hayvanlar bizden akıllıydı. Hepsi efendi gibi yuvasına çekilmiş, totosunu devirmiş, dilini çıkarmış, yatıyordu, hiçbirini göremedik, uzaktan gözgöze geldiklerimiz de “Öyle boş boş bakma, gelmişsin buraya kadar madem, boş durma, buz gibi bir limonata ver de içelim” minvalinde bakışlar atıyordu da, gözlerimi kaçırdım! Allahın lamasına limonata mı yapacağım bir de?

Neyse efendim bu sefer akıllanmıştık, serin ama bol güneşli bir Ankara pazarında çıktık yola! Bu defa, hava idealdi, tüm havyanlar dışarıdaydı, sabah saat 10 olması itibariyle, bize “Aaa bugünkü kahvaltımız canlı yem mi, yaşasın!”  bakışları attılar biraz ama, yedirir miyim kızımı ben, anneyim ben anne! Bu bir buçuk yaş milleti biraz değişik bence. 6 aylık bebekle, 2 metrelik kaplana, el kadar sincapla, koca zürafaya aynı tepkileri verip, aynı muameleyi yapıyorlar! O  zürafa ne kadaaaaaaaar büyük, ne uzuuun boynu var, çok değişik değil mi sence de derken, bir bakıyorsun  bırakmış orayı, yerdeki sümüklü böcekle oynuyor, ya da babası heyecanla  “Kaplan ne kadar büyük ya, aslan mı büyük kaplan mı?” diye diye kafesler arasında koşarken -babası da heyecanlı tabi, her gün saatlerce seyrettiği, tüm özel hayatını bildiği, magazin ünlüleri onun için aslanlar,kaplanlar!- Defne yan tarafta gördüğü kedinin peşinden tediiii diye bağırarak koşuyor. Baksana evladım görmediğin hayvanlara, tedi bizim orada da var, havhavın peşinden parkta da koşarsın, sümüklü böceği cebine koyma çocuğum, annen onu pişirmeyi bilmiyor diye diye gezdik hayvanat bahçesini. Ama hakkını yemeyeyim, flamingolarla çok ilgilendi! 45 dakika başlarında dikilip, her “Annieeaaa, ıhh ıhhh.” cümlesine “Evet Defnecim flamingo, evet Defnecim çok güzel, evet kızım boynu ne uzun, evet Defnecim bence de kafalarını sağa sola garip garip çevirince çok komik oluyorlar….” diye cevap vermekten iflahım kesilince, aaa bak tediii diye koşturup, biraz kandırmış olabilirim. Bir de onlarca maymunun arasından biriyle çok ilgilendi. Ya da onlarca maymunun arasından biri, Defne’yle çok ilgilendi! Camın arkasından karşılıklı uzunca bir süre birbirlerini süzdüler, sonra maymun totosunu döndü gitti de yola devam edebildik.

 

Hava güzeldi, her yer koca koca sarı yapraklarla kaplıydı, ağaçlar rengarenkti, mutluyduk. Da o hayvanlar, o dar ve kötü kafeslerin içindeydiler ya, zeminleri hep betondu ya, o koskoca Atatürk Orman’ın da daracık yerlere sıkışmıştılar ya, onlar hiç mutlu değildi. Defne’nin gözlerine bakarken sevinçten, onların gözlerine bakarken üzüntüden öldük. Ankara gibi bir yerde, o kadar güzel, büyük ve gelişmiş bir orman varken, niye şartlar bu kadar kötü dedik dedik durduk. Ama o kadar. Elimizden başkası gelmedi. Gelir miydi ki? Aaaa Avrupa’da şöyle, bizde niye böyle değil, oralar şöyle muhteşem, böyle güzel, buralar niye değil, kıyaslamaları yapmayı sevmem -yaparım ama, o ayrı- hele de daha iyi olması için hiç bir çaba göstermezken, o hakkı kendimde bul-a-mam. Bu defa defalarca söyledim ama. Nurnberg’de bir hayvanat bahçesine gitmiştik, belki bir kaç dönüm arazide tamamen açık bir yerdeydi mesela aslan, çevresinde genişçe bir hendek. Olamaz mıydı burada da?

Hayvanat bahçeleri niye var? Gerçek hayatta göremeyecekleri hayvanları, orada seyirlik görmelerine ne gerek var? Doğal hayatında olmayanı, kitapta, belgeselde görse, doğal ortamında olanı da gerçekten doğal ortamında görse yetmez miydi? Diye sordum da sordum. Cevaplamadım ama.

Biz mutluyduk o gün. Gerisini erteledim. Hep öyle yaparım.

Gittik,geldik: Mutlu anne=Mutlu bebek

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Mutlu anne=mutlu bebek!

İyi ki yapmışız, gitmişiz diyecek miyiz, bu bir hafta nasıl geçecek, herkes iyi olacak mı diye milyon soruyla gittiğimiz İtalya gezisinden döndük. Bu bir hafta çok çabuk geçsin Defne’ye hemen kavuşalım, hem de çok çabuk geçmesin bir sürü gezelim demiştim. Hepsi oldu! Milyon sorum cevap buldu. Bu bir haftada öğrendim ki bebekler gayet rahat ve cool yaratıklarmış -çok şükür-, o çook bağımlı göründükleri annelerine-babalarına bağımlı değil bağlılarmış sadece. Onların da kendilerine ait bir hayatları varmış ve anneleri bir hafta gitti diye oturup ağlayacak, yaslara batacak halleri yokmuş! -yine yürekten bir şükür- Elbetteki gece ağlayıp bağırdıkları, uyumak istemedikleri, iştahsız oldukları durumlar oluyormuş ama bu anne-baba varken de olağan olduğundan sorun yokmuş. Babaanne, bakıcı, akşamları amca-yenge desteği, komşu ziyareti ekseninde sürdürdükleri yaşamlarında gündüzleri park, bahçe gezmece, akşamları piyano çalıp eller havaya dansetmece varmış.

Amaa anne olacak kadınlar bebekler kadar cool olamayabiliyormuş, bebek fotoğrafları geldikçe mesajla, gözlerden su denen bir madde geliyormuş, yok artık daha neler, daha bir gün olmadı geleli demeye kalmadan o sular çeşmeye dönüşüyormuş. Burnunu koluyla silerken pek nezih bir görüntü sergilemiyormuş. Hergün mutlu olduğu haberlerini alınca önce derin bir ohh çekip, arkasından eller havaya fotoğrafları gelince “Noluyo oolum, hani anne-bebek özel ilişkisi, hani ayrılmaz göbek bağı, tamam oturup ağlama tabi, üzme anneyi de ama yani fotoğraflarda en azından göbek atacağına bir bay bay yap, bir öpücük falan at dimi?!” deliliğine vuruyormuş işi. -Bu çocuk bizi sevmiyo mu yoksa ulan? Yok artık, daha neler!-

Bir haftanın özeti bu işte! Tuba mağdur, Defne mağrur!

Kavuşma anı? Biz gece döndüğümüz için uyumuştu Defne. Sabah uyanınca uykulu, masum gözlerle kucağıma tırmanıp, sarılıp, başını boynuma gömdü ya. 10 saniyeydi ya. Olsun sarıldı ya. Seviyo olum bu kız bizi! Sonra kucağımdan inip sağa sola çekiştirmeye, koşmaya başladı ya, herşeyi geritip baaaaak diye gösterdi, bir de üstüne kahvaltımı yaptırmayıp, salona dansetmeye götürdü ya beni, ohhh bee! Hayat normale döndü!

Gelgelelim, ne yaptık, ne yedik, nerelerde gezdik biz bu bir haftada… Bizim asıl gidiş amacımız iş olduğu için öyle tüm Avrupa’yı gezdik geldik gibi bir durumumuz olmadı ama Güney 8 günde 4 otel, ben 6 günde 3 otel değiştirdik. Hayır, hiçbirinden kovulmadık. Güney 2 gün önce Pesaro’ya gitti. Ben uçakla, o trenle Venedik’e gelecekti. Ben yakama kırmızı karanfil takıp tren istasyonunda onu karşılamaya gidecektim. Venedik’te romantik bir buluşmamız olacaktı. Ta ki benim yola çıkacağım gece tren hangi istasyonda duruyormuş, haa St. Lucia mı, nasıl yani, o havaalanına yakın olan değil ki, e napacağız, nasıl yapacağız derken ayrı ayrı taksilere ciddi paralar bayıp otelde buluştuk, daha doğrusu Güney oteli bulamadı da ben onu sokaklardan topladım:) Olsun başlangıcı biraz karmaşık olmuştu, taksici 35 Euro mu cebine koyup üstüne bir de sinyorita yerine sinyora demişti ama Venedik’teydik. Dünyanın en romantik şehri. Birkaç günlüğüne genç sevgililer olacaktık. Rüya gibi-ydi, olmalıydı. Benim açımdan rüya gibiydi çünkü bir önceki gece 2’de evden çıkıp, hiç uyumadan tüm günü geçirdim! Ya da yarı uyur. Bayağı rüya işte. İtalyanların bir parmak espressoları bile çare olamadı derdime!

Muhteşem bir otelde kaldık. Bizce. Merkezde değil. Mestre bölgesinde. 9 odalı, minnacık bir yer. Ama bembeyaz. Ama her köşesinde çalıp eve götürmek isteyeceğin şeyler saklı. Bazıları biraz kocaman. Dev bir Starck vazo gibi. Mesela. Legrenzi Rooms adı. Bir de sahibi imzamı çok beğendi, tasarımcı mısınız dedi ya… Sanırsın Starck benim o anda. İşte otelden bir sürü ayrıntı…

Venedik güzel. Çok güzel. Her sokağında keşfedilecek milyon tane yer var. Evet, belki başka hiç bir yere benzemiyor. Hayatta bir kere mutlaka görmek lazım. Ama bizim için bu kadar-mış. Bu mevsimde bile deli gibi turist var. Arada sokaklarda kaybolup sessiz sakin tek başına yürüdüğün zamanlarda evet çok daha etkileyici ama sanki birşey eksik. Daha çok “oralı” insan, daha çok “oranın” yaşamını arıyor gözler. Bir ara acaba burada hiç “gerçek” insan yaşıyor mu, yoksa film platosu mu burası diye şüphe ettiğimiz bile oldu. Minnacık sokakta muhteşem heykeller yapan sanatçı kadınla sohbet ettiğimizde daha gerçekti belki. Ya da daracık sokaklardan geçip kaybolup, yorulup, taş merdivenlerde tek başımıza oturduğumuzda. Biz de turisttik sonuçta. Gittiğinizde Rialto köprüsünü görmeden dönmeyin, meydanda pizza yiyin, gondola binin -biz binmedik, onlarcası arka arkaya, içleri dopdolu gezip duruyorlardı-  diyecek halim yok tabi, ama bilumum su vasıtası ve otobüste geçen bilet alın mesela, 36 saatlik aldı biz, bayağı mantıklı oluyor:)

Venedik’te şansımıza Mimarlık Bienali de vardı. İkinci gün su yoluyla ortama iştirak edip, birkaç saat de olsa bienali de görebildik. Tekrar anladık ki Hollanda bu işte hep iyi, Norveç-Finlandiya hep ilginç, hep olaylı, Amerika gösterişli ve şaşırtıcı… Ve Türkiye maalesef yine yok.. Bunu söylemekten utanıyorum ama her serginin, her müzenin, her exponun en heyecanlı, en güzel, en vakit geçirilesi yeri hala çıkıştaki bilumum defter, kitap, kırtasiye satan mağazası benim için:) Acaba benim gibiler yüzünden mi Türkiye bu platformlarda hiç yok?!

İki günlük Venedik gezisinin akşamında trenle İş için gideceğimiz yere doğru yola çıktık. Küçük istasyon, daha küçük istasyon, sıvaları dökülmüş küçük istasyon, ışıkları kapalı küçük istasyon derken, akşam 8 gibi ışıkları yanmayan, camları kapalı, sıvaları dökük istasyonlu Montagnana’ya geldik. Verona yakınlarında bir kasaba-ymış. Trenden indik, ilk bulduğumuz bara taksi sorduk, kendi arabasıyla götürmeyi teklif etti. Taksi yokmuş, gerek de yokmuş, sonra öğrendik:) Küçücük bir ortaçağ kasabası. Tam böyle Yüzüklerin Efendisi’si mekanı ya da Game of Thrones. Kocaman bir kale, tüm duvarları, kuleleri korunmuş. Birkaç yerden köprülerle giriyorsun kasabaya. Çevresinde kocaman bir hendek. Taş yollar, tarihi evler, daracık sokaklar… İlk akşam pizza aldık bir amcadan. Hani böyle bir film olsa, bir amca da İtalyan pizzacıyı oynayacak olsa, o amca, bizim amca olur kesin.. İlk aldıklarımız yetmeyince, sonradan aldığımız pizzalar için kapatmak üzere olduğu dükkanda fırını açan, üstelik ısrarla para almayan ve hiç İngilizce bilmeyen amca!

Montagnana’da kalacağımız oteli iş için gittiğimiz firma ayarlamıştı. Zaten sırf o otel ve kasaba için Montagnana’yı tercih etmişler, fabrika başka bir kasabadaydı çünkü. Aldo Moro. Otel muhteşem. Eski. Ağır. Benim tarzım değil. Ama hikayesi var. Kokusu var. Her sabah 7’de de akşam 11’de  de sizi güleryüzle ve takım elbise kravatla karşılayan sahibi var. Saçları bembeyaz. Ve muhteşem bir restoranı. Ben yemek konusunda çok açık fikirli biri değilim. Et yemem. Deniz ürünlerine pek düşkün değilim. Tavuk Avrupa’da pek yaygın değil. Diye değişik şeyler denemem- deneyemem pek. Ama yanılmışım. Hayatımda hiç havuç, kuş üzümü, fıstık ve ne olduğunu anlamadığım karışık şeylerle dolu hem tatlı, hem tuzlu birşey yiyip bu kadar mutlu olmamıştım. Ve tabi çeşit çeşit ravyoli, makarna. Güney et yedi, ve hayatında yediği en güzel etlerden biri olduğunu söyledi. Ve tiramisu. Ev yapımı. Yediğim hiç bir tiramisuya hatta hiç bir tatlıya benzemiyordu ama muhteşemdi! Güney bile baklavayla yarışır dedi. Yeterince açık sanırım:) Başlangıçlarla gazlı şarap, yemekle kırmızı şarap, tatlı passitanosuz olmaz diye diye bu İtalyanlar bizi sarhoş etti! Hani olmaz da belki denk gelirse, Montagnana da yol üstündeyse mutlaka görmeli…

Sonraki günler, sabah kalk, fabrikaya toplantıya git, konuş konuş konuş, tartış, akşam otele dön, sonra yemek için buluş, konuş konuş konuş şeklinde geçti. Merak ediyorsan ne şifon gömleğimi ne topuklularımı giyemedim! Hava akşamları çok soğuktu, ben ona göre giyinmeyi akıl edememiştim, ve roze şarap oraların gözdesi değildi. Ve bu Avrupalılar yemeklerini 10’da yemesin lütfen. Çok acıkıyoruz, kafamız çalışmıyor.

Son gün ani bir kararla başka bir şehire, başka bir fabrika görmeye gittik, 2 saat git, fabrika gez, 2 saat dön, Verona’ya gel, trene bin, 1.5 saat git, Bolonya’ya gel. Ve işte! Tüm gezinin iyi ki program değişmiş de gelmişiz dediğimiz en güzel yeri!

Ben böyle yaşayan şehir seviyorum arkadaşım! O da ne demekse. Böyle her tarafta bir olay olsun, şehrin göbeğinde koca bir meydan olsun, orada habire ne festivali olduğunu anlamadığımız kapsamda konserler olsun, köşede biri pandomim yapsın, gençler bilmem ne tarihi binasının merdivenlerine oturup gitar çalıp, bağıra çağıra taşkınlık yapsın, siyahi arkadaşlar havaya ışıklı birşeyler fırlatıp tutup bize satmaya çalışsın, gezmeden otele dönerken eve dönüyormuş gibi yapıp pazara uğrayalım, makarna olur, parmesan peyniri olur, garip şekilli görmediğimiz meyve-sebze olur alışveriş yapalım, sonra bunları bavula nasıl sığdıracağız, akar mı kokar mı diye didişip duralım, Zara, Mango vs dışında hiç bilmediğim görmediğim butiklerde acaip havalı kıyafetler görüp, fiyatlarına dudağım uçuklasın, tasarımlı tasarımlı mağazalara iç geçirip “Ah ulan açacağız Başak’la kesin birgün böyle bir yer” diye hayal kuralım, istiyorum. Fikrimi soran olursa. Ve o hareketli hayatın içinde bir sürü çocuk da hep o karmaşanın içinde, sokaklarda ya. Bir de o karmaşanın yanıbaşında kocaman, ortasında havuzu olan, bir park var. Daha ne olsun. Çocuklu kadınım ben artık! Kocamla elele yürüyüp, romantik restoranlarda şarap içip yemek yesem de aklımın bir tarafında hep Defne. Burayı görse nasıl mutlu olurdu, şu adamlara çok gülerdi, şu parkta çok koştururdu…

Sevdik Bolonya’yı çok. Hatta favori şehir sıralamasında Barselona’nın arkasından ikinci sıraya oturttuk. Akşam ne yesek ne yesek diye dolaşırken küçük, karanlık ara sokakta Franco Rossi’nin restoranını çıkardı ya karşımıza, o restoran minicikti ama mum ışığı vardı, tabaklarımızın içinde herkese değişik el örmesi danteller vardı, özenle çeşit çeşit şarap ikram edildi, Güney’e mavi, bana pembe menü geldi, ve benimkinde fiyatlar yoktu ya, muhteşem yemekler yedik ya orada bir havalara girdik sorma. Ekstra puanları topladı Bolonya. Zaten Trip Advisor birşey birşey ödülüne layık görmüş, bir de John Grisham Broken kitabından iki satırcık bahsetmiş diye bilumum dillerde bir sürü kitabını koymuşlar ya, ben eksik mi kalacaktım? Bir de döndükten sonra öğrendim ki galiba bir de Michelin yıldızı varmış. Daha ne olsun, verdim puanları gitti!

Şimdi o kurduğum mum ışıklı, romantik yemekli, iki renkli mönülü hayali bozmak gibi olmasın da, o menüler geldi ya, başladık Güney’le okumaya, şunu mu yesek, bu nasıldır diye, sonra Güney fiks menü gibi birşey de var fiyatı bilmem ne dedi, ne fiksi yok oolum öyle birşey dedim,  olur mu yaa, beğendiğim et yemeği şu kadar para dedi, ya yok bende fiyat falan, bana yanlış menü mü gelmiş dedim. Tam garsooooon bana yanlış menü getirmişssiniz diye olay çıkaracakken, düştü bizde jeton! Neyseki! Bu ne arkadaşım, hesabı ben ödeyemez miyim, bu ne erkek egemenliğini destekleyici tavırlar böyle diye işi feministliğe vurmaya çalışsam da Güney yemedi:) Garson duysa o da yemezdi. Hayır, ben böyle menü sistemini biliyorum zaten, her yerde var, aaa sen ilk defa mı görüyorsun, hımmm falan diye üstüme geleceksen, gelme. Ben ilk defa görüyorum. Havamı atayım derken, rezilliğimi anlatıyorum. Sen de şaşırmış gibi yap. Lütfen. Ay bir de hesabı öderken -tabi ki Güney- bir de masama gül getirip bıraktılar. Aman bir havalar, bir şımarmalar! Anında öbür masalara baktım, herkese geliyor mu diye. Çıkışta hesabı ödeyen -tabi kocası- ama masasında gül falan olmayan, şişko ve çirkin bir teyze vardı, ohh nasıl rahatladım! Monaco prensesiyim galiba ben yaa! Ankara’da gelip masana gül koysalar, “Almicazzz oolum” diye çemkirirsin de Bolonya’dayız işte! Ortam romantik!

İş için ya da değil bir hafta Avrupa’da başbaşaydık ya, çocuksuzduk yaa, öyle romantik yerlerde yemek bile yedik, elele sokaklarda gezdik ya,  karı-kocadan başka sevgili de olduk mu? Olduk. Kesinlikle. Venedik’te çok ama çok saçma birşeyden kavga edip, küstük, 10 dakika somurtup, sonra barıştık ya, bayağı bildiğin sevgiliydik. 10 sene öncesine dönmüş gibiydik! Genç sevgililer! İnsan çocuktan sonra şöyle ağız tadıyla saçma birşey için kavga edip küsüp, hatta uzatıp, naz yapıp, surat asamıyormuş -annesin sen, küseceğine koşsana, Defne kaçtııı-, ohh be yaptık rahatladık. Küstükten sonra barışmak ne zevkliymiş yaa:)

Bir sonraki aşama yurtdışına Defne’yle gitmek! Challenge accepted:)

Not: Montagnana fotoğraflarını ben çekmedim. İnternetten buldum, ama kaynağı kaydetmemişim.

 

İstikrar diye buna denir dostum!

“Geç kalmış bir başlangıç belki bu…O meşhur çubukta iki çizgiyi gördüğümüz an bütün bu süreci yazmalıyız demiştik Güney’le. Defterler kalemler aldık hevesle. Hiçbirşeyi silsin istemiyorduk hafızalarımız. Her anı hatırlamak, hatırlatacak birşeyler saklamak istiyorduk. Bu görev bana düştü. Yazacaktım yaşadıklarımızı. Olmadı. Yeni doğum yapan bir arkadaşım “Hamilelik yazılmazmış, hele yaşarken denedim, beceremedim. Belki sonra.” demişti. Haklıymış. O zaman yapamadım. Tüm o süreç hep heyecanlar yaşattı bize. Genelde tatlı heyecanlar bazen de zor zamanlar. Sonunun iyi biteceğine inancımızı sarstı bazen. Ama iyi bitti. Çok şükür…Defne geldi hayatımıza. Sağlıkla…Neşeyle…Artık yazıya dökme zamanı herşeyi. İyisiyle kötüsüyle. Geç kalmamalı, çabuk olmalıyız. Silinmeden. Bunları kendimiz için, ailelerimiz, dostlarımız için ama en çok da senin için yazacağım birtanem…Defne’m…”

Diye başlamışım yazmaya. Tam bir yıl önce. Hevesliydim, yazacaktım, atlamayacaktım, hatırlayacaktım ama bir süre sonra tabi ki savsaklamaya başlayacaktım, atlayacaktım, erteleyecektim, bugün değil yarın diyecektim. Çünkü ben böyleydim, böyleyim. Heves ederim. Herşeye. Ama sonra vazgeçerim, üşenirim, ertelerim, elimden çok çenem çalışır genellikle, yapmadıklarıma hayıflanırım, kendime söylenirim, çabuk sıkılırım. Bildiğin ayran gönüllüyüm işte. Bu defa öyle olma-dı, olma-sın. Bu defa unutmak, biriktirememek, fazla hızlı yaşayıp sindirememek korkusu öyle bir sardı ki totoyu. Yazdım..

Ve bir sürü insan okudu. Yazmayınca nerede olduğumuzu sordu, hastaysak iyi miyiz diye sordu, fikir verdi, fikir aldı, bebeğine ek gıdaya geçme sürecince çok yardımı oldu diye hayır duası edenler de oldu, Defne’nin danslarına benimle kahkaha atanlar da. Şaşırdım. Bir sene önce birisi internetten tanıştığı sanal arkadaşlarından bahsetse “Olduu o zaman, chat yaparak birer de sevgili bulalım, nette tanışıp aşık oldular diye gazeteye de çıkalım.” diye dalga geçerdim -belki içimden, yok ya dedikodu şeklinde arkasından:) – . Fikirler değişebiliyormuş, bugün, bugünmüş:)

İyi ki başlamışım diyorum. İyi ki yazıyorsun diyorlar. E daha ne olsun?

Bir de ileride Defne, ohh ne iyi yapmışsın da yazmışsın derse, tadından yenmez!

Şimdilik pa-pa-ğan diyor. Her hecesine bastırarak. Biz yokken öğrenmiş de. Bir heves söyleyeyim dedim:)

Not: İtalya’ya gittik, geldik, Defne mutlu, biz mutlu. Ayrıntılar pek yakında…