Adam haklı beyler!

Beş sene önce, birçok şey okur, herkesi dinler, konuşur, tartışır ve genellikle de sonunda kendimi haklı bulurdum.

Dört sene önce annelik hayatıma da yansıdı bu.

Küçücük çocuğuna çubuk karaker yediren akılsızdı.

Bebeğe çikolata verenin kellesi kesilmeliydi.

Ayyy çocuklar hiç anne babalarıyla mı uyurdu, bunu bir açıklaması yoktu.

Avm’lerde yerlere yatarak ağlatılmamalıydı çocuk.

Madem ağlatıldı, istediği alınarak susturulamazdı, hatayı o “adam-kadın” taaa en başında yapmıştı.

Hamburgeciye el kadar bebeler zinhar gidemezdi.

Empati yoksunu falan değilim.

Değildim.

Düşünür, taşınır, kendimi o “adam-kadın” ın yerine bal gibi de koyardım.

Hatta olayı da bayağı içselleştirirdim.

Ama ben yapmazdım!

Yani “ben asla yapmam”cılardandım.

Sonunda yapanı mantıksız-gereksiz-anlamsız bulur, “kendi etmiş-bulmuş” hatta sevmediğim biriyse azıcık da “ohhh iyi olmuş”cuydum.

Sonra malum “tükürdüğünü yalama dönemi” başladı.

Oraları geçiyorum.

Sen de bal gibi biliyorsun.

Her anne-baba “adam-kadın” gibi.

Anlatmak istediğim bu değil.

Tükürdüğümü yalarken, evet ya oluyormuş, mecbur kalınıyormuş, sabır bitebiliyormuş, bazen akıl sağlığın, bir ısırık çikolatadan değerliymiş günleri de geldi yanında. Bonus.

Empatinin dibi.

Ama anlatmak istediğim bu da değil.

O ara bana “neolokal” bir aydınlanma geldi. Geçmişim, geleneğim, yeni günüm, algım karmakarışık oldu.

Önce hep ben haklıyken, şimdi hep o “adam-kadın” haklı oldu.

Geçenlerde bir yazı okudum.

Diyor ki;

Parkta çocuğu oynarken, kenarda elinde cep telefonundan başını kaldırmayan adam-kadın var ya…

Hah dedim.

Ağzını burnunu dağıtırım ben onun.

Parkta cep telefonuyla vakit geçirmek neymiş.

Çüş bu kadarı da fazla.

Diyecekti şimdi yazar. Yazıklar olsun o adam-kadına.

Ben de diyeceğim ki ağzına sağlık. KATILIYORUM sana.

Ama demedi.

Dedi ki;

Onları eleştiriyoruz ya, eksiden böyle miydi diye…

Eskiden de böyleydi.

Annemler bizi parka-sokağa götürürse es kaza, ellerinden dantel-örgü düşmezdi. Ha babam örerlerdi.

Var mı farkı?

Güncel anne-babaların da kafalarını boşaltmaya hakkı var.

Dantel öremeyen belki iki satır birşey okuyor orada.

Birşey öğreniyor.

Ya da sadece sosyalleşiyor.

Var mı farkı, dantel örüp çekirdek çitleyen “benim annem”den.

Yok dedim.

 

Sonuç?

Adam haklı beyler!

Cep telefonuyla parkta uğraşılmaz diyen de.

Dantel örenin farkı var mı diyen de.

Ama hayat da böyle çok yorucu.

Yok mu bu işin tek doğrusu?

 

 

 

 

 

 

 

 

Doğa 1 oldu!

IMG_2865

 

Karnımdan çıkarıp, kucağıma verene kadar doktor, “Yok yeaaah Defne gibi de olmaz ama evlat işte, sevilir sevilmez mi hiç.” diyordum.

Kucağıma aldığımda…

Dünya durdu.

Nefesim kesildi.

Büyülü bir an oldu.

Falan demeyeceğim.

Bu duyguyu yaşayana, anlatmaya gerek yok.

Yaşamayana da anlatmanın imkanı yok.

İki çocuktan sonra her zaman dualarımda sadece.

İsteyen herkese, hayırlı zamanda, hayırlı evlatlarla yaşatsın bu duyguyu Allahım.

Büyülü müydü, heyecanlı mıydı bilmiyorum ama o “an” dı.

Benimdi.

Onu Defneli minik ailemizin koynuna almak, ona yeri gelince koza, yeri gelince kök, yeri gelince arkasında esen rüzgarı olmaktı görevimiz.

Kalbim zaten dopdolu nasıl sığar?

Demiştim, cevabımı aldım.

İçim büyüdü büyüdü büyüdü.

Bazen nefesime yer kalmadı onları sevmekten.

İşte o nefessizlik sarhoş etti belki beni.

Ben “anne” olmak için doğru insan değil miyim acaba diye defalarca sormuştum kendime Defnemden sonra.

Sabırsız mıyım, huysuz muyum, gıcık mıyım?

İkinci bir çocukla belki bir daha hiç “kendim” olamam sanmıştım.

Olur dedi Güney.

Olursun.

İki çocuklu bir aile olmak hayalimizdi dedi.

Şimdi vazgeçemezsin dedi.

Vazgeçmedim.

Çok şükür.

Allah kısmet etti.

İyi ki doğdun oğlum.

Ben seni çok sevdim.

Ben sizin kardeşliğinizi çok sevdim.

İyi anne miyim bilmeden anneniz olma fikrini  çok sevdim.

Gerekirse yakarım ulan bu dünyayı uğrunuza gücünü çok sevdim.

Biri sizi üzerse birgün “öptürürüm bu evin yollarını” cadılığını çok sevdim.

 

İyi ki doğdun Doğam.

İyi ki…