Gözüme toz kaçtı da…

Ben anne olmadan önce pek hissiyatlı bir insan değildim. Film mi seyrettin, hislendin mi, “Oolum yalan onlar yalan, o sahne bitince, yönetmen keees deyince o zırıl zırıl ağlayanlar keh keh gülüyor arkamızdan nasıl da ağlattık milleti” derdim. Ameliyat mı olacağım, içeri giderken ağlayan annemi, babamı, sevgilimi teselli eder, çıkınca hala ağlayanları “Yahu az akıllı olun, oldu da bitti maşallah, yok işte birşeyim” diye  sağduyuya davet ederdim. Güney’e askerlik için Siirt Komando Taburu yazısı belirince bilgisayar ekranında, sakince, yatmaya giden Güney’i kaldırıp gel uçak bileti alalım diyen, “neyyy Siirt mi” diye telefonda, yanımda, yüzüme karşı ağlayan bilumum ana, baba, eş, dost akrabayı teselli eden de bendim -uçağa bindirip Güney’i, dönerken belki biraz ağlamış olabilirim.- Ben galiba kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyenler ekolündendim.

Hamile olduğumu öğrendiğime kimler kimler hislendi ağladı da bir ben ağlamadım.  Güle oynaya zaten gecikmiş olan doğumuma, ben yarın sabahtan önce doğurmam, bu da böyle biline diye, geleyim diye yalvar yakar olan annemi bile almayıp Sudoku ve Calvin ve Hobbes’umu alıp gittiğimde, yarım saat sonra acil sezaryen dediklerinde bile ağlamadım. Doğurup Defne’mi yanıma getirdiklerinde bile çok mutlu oldum, çok heyecanlandım, çok korktum da ağlamadım.

Sonra sonra bana bir haller oldu. Kesin o belgeselde küresel ısınma yüzünden susuzlukla karşı karşıya kalan ve sonunda ölen yavru fili görünce beynimin o tarafı çalışmaya başladı. Güney, sana bir milyon kere demiştim dimi ama, bu kadar çok Discovery seyretmeyelim, beynime birşey olacak sonunda diye. Yavru fil öldü, ben bittim. Ertesi gün aç kalan yavru kutup ayısına, öbür gün saldırıya uğrayan antilop yavrusuna derken, bir de baktım sonunda yaramazlıktan çamura batıp da debelenen, annesinin hortumuyla totosundan ittirdiği fil yavrusuna hislenecek kadar vahim durumlara düşmüşüm! Belki iki damla da yaş akmıştır gözümden de şahit olmadığı için kayıtlara geçmesin lütfen!

Cumartesi gecesi Fırat’ın kına gecesi vardı.  Böyle şeyler bana pek gelmez, arkadaşım bu yüzyılda evden gurbete gitmek mi kaldı, gelmişiz hepimiz 30 yaşımıza, koca kadınlar olmuşuz, evlenmesek zaten anamız babamız kovacak evden, hem kına geline kocasına kurban olsun diye yakılırmış, ben niye kurban olayım kocama, deli miyim, yiyip içip gezsek, çocuk yapsak olmuyor mu diye söylenip söylenip de kendime de istememiştim kına gecesi. Ama ben yaparım arkadaş, eğlenmeye bahane mi yok diyene de saygım sonsuz, göbekleri de atarım. Velhasıl attım.

Da hani o gelini ortaya oturtup çevresinde mumlarla, o Yüksek yüksek tepeler şarkısını söylerken herkes, Defne’m de kucağımda kafasını sallayarak, sanki çalan Disco Disco Partizanı’ymiş gibi eğlenirken, Güney’e dönüp, bizim de kızımız var, ya birgün o da evlenip giderse, daha kötüsü evlenmeden giderse, demiş olabilir miyim?

Hayır. Olamam.

Babamın bir atı olsa binse de gelse dizelerine gözlerim sulanmış olabilir mi?

Olamaz. Net:)

Defne 15 aylık!

Bu deniz, güneş, iklim dediğin ne garip şey…Evler, arabalar, giysiler, yaşam…Herşey bambaşka…

Deniz olmayan yerde hayat daha zor, daha sıkıcı arkadaşım…

Evet bildin Mersin’den döndük…

Mersin demek, şıpıdık terliğinle bakkala, markete, alışveriş merkezine, devlet dairesine gidebilmek demek.

Mersin demek, kıçında şort da giysen kimsenin dönüp bakmaması demek.

Mersin demek, bikininle havuza inmek için asansöre binmek, işten gelen takım elbiseli komşuna iyi akşamlar demek.

Mersin demek ellerin ayakalrın buruşana kadar sudan çıkmamak demek.

Mersin demek, canın sıkılınca iki dakikada sahile inip dondurma yiyerek aylaklık yapmak demek.

Mersin demek, biranı, şarabını, limonatanı ayaklarını denize uzatarak yudumlamak demek.

Mersin demek, gece saat 3’te geçen arabadan bangır bangır müzik gelmesi demek.

Mersin demek, her dakikada sokakta yaşamak demek.

Mersin demek, anneannenin doyurması, dedenin gezdirmesi, kuzenin oynatması demek.

Mersin demek, Tuba’yla Güney’e, Defne’yi bakma heveslilerine satıp, ohhh keyif yapmak demek.

Defne Mersin’de 15 aylık oldu. O bir haftada çok değişik bir kız oldu.

Her sabah 6’da kalkıp kahvaltısını yapıp saat 7’de soluğu sokakta aldı. Kedi sevdi. Salıncakta sallandı. Bakkaldan ekmek aldı. Dedesinin elinden tutup aldıkları ekmeği ucundan kemirerek eve döndü, torun olmanın tadını çıkardı. Havuza girdi. Evdeyse hiç balkondan içeri girmedi. Ayaklarının ucuna yükselip sokakta kedilere bağırdı, sokakta çocuklara bağırdı, sokakta arabalara bağırdı. Leğene su doldurup oynadı. Çiçek suladı. Lahmacun yedi. Yeşil zeytin yedi. Ali nazik yedi. Dondurma yemedi, külahını yedi. Hastalanınca vazgeçtiği yürümeye geri döndü, hatta koşar oldu.

Mamma dedi, kedi dedi, pisi pisi dedi, gel, git, al, ver, annieee, babaaaa, dedde, kaan dedi, ıslık çalmaya çalıştı, herkese gıdı gıdı yaptı, yastık savaşında galip geldi, bir haftayı kuzeni Kaan’la geçirince araba delisi oldu, bütün gün hınnnnn düüüt yaptı.

İçinde dans ve oynamak geçen her cümlede çılgınca kafasını sallayıp pıtı pıtı dansı yaptı. Cümle, akşama monopoly oynayalım mı olsa bile:)

Defne Mersin’e bebek gitti, minik bir kız olarak döndü.

Biz de Güney’le denize doğru limonatalarımızı hüpletirken Ah ulan dedik, denizli memlekette yaşamak başka dedik, denizli memlekette çocuk büyütmek bambaşka dedik.

Nasıl? Herşey rüya gibi değil mi? Çok mutluyduk çook.

Da azıcık sıcak mıydı?

“Ohh gece gündüz yaşayan şehir” de gecenin 3’ünde çalan bangır bangır müzik kızı mı uyandırdı?

Şıpıdık parmak arası terliğin ayağını yara mı yaptı?

Uçağa geç kaldın ve acele ederken Defne arabada kustu mu?

6. binişinde Defne uçak kemerinin gereksiz olduğuna karar verdi ve bu kararını tüm uçağa çığlıklarla afişe mi etti?

Sokak sokak gezen Defne, Ankara’da sabahın yedisinde ba-bayyy diye ayakkabılarını alıp kapıya mı dayandı?

Ve hatta havaalanından eve dönerken yolda uyudu ve 1 saat evin önünde arabada mı bekledin?

Olsun ya. Tatil güzel. Eve dönmek güzel.

15 aylık Defne çok güzel!

 

 

 

30’undan sonra triplenirsen olacağı bu!

Biz gençken ‘triplenmek‘ diye birşey vardı! Yoo, öyle İngilizce- Türkçe sözlüklerde yazan “trip: Kısa seyahat veya yolculuk” la bir alaka kurmaya çalışma. Çünkü, hiç alakası yoktu.

Triplenmek daha ziyade gençken ve tüm dünyaya karşıyken, illaki muhalefet olacak, olmadı kendini üzecek, yetmedi bunalıma sokacak birşeyler yaşamak, yaşayamıyorsan yaratmak, o da olmadı hayaliyle yetinip, kendini bir birayla sarhoş edecek hale getirmekti. Amma da uzattım lafı, şimdiki halimle tek kelimeyle ‘efkarlanmak’ tı işte. Ama marifet çoğu zaman efkarlanacak birşey olmasa da yine de efkarlanabilmekteydi. Çok tripliysen Sakarya’daki barlardan birine, başta neşeliysen ama sonunda tripleneceksen Kızılay’daki eller havaya barlardan birine, triplenmeye gönlün yoksa ama cool’luğumdan da ödün vermem diyorsan Tunalı’daki barlardan birine giderdin. Gerçekten tripliysen ODTÜ stadyuma. Ama o başka. O zaman gerçekten dertlisin demekti. Konu aşk acısı olur, aşık değilsen niye değilim olur, aşk konusunu eskittiysen bu üniversitede bu bölümde ne işim var olur, mühendis olan arkadaşın ‘Ne güzel sen mimarsın birşeyler üretiyorsun, ben ne halt ediyorum?’ der, mimarlıkta okuyan sen, işletme de okuyana ‘Sen hiç değilse çalıştığın zaman kazandığın parayla, hayatının geri kalanını satın alacaksın, ben ne halt edeceğim?’ dersin… Sonra hep gidesin olur, bu şehir boğar seni, bu ülkede yaşamak istemezsin. Hep bir çift kanat istersin. Hayali bile olsa. Özgürlük demek ya onlar. Ama konu gelir gelir sonunda yine aşk acısı olur. Acısı olmazsa aşk olmaz ya, o yüzden acıtacak birşey olmasa da illa ki bulunur..

Biz de triplendik yıllarca. Güney’li, Güney’siz, birbirimiz için, birbirimiz yüzünden, defalarca. Evlendikten sonra bir akşam Güney’le Tunalı’da Cafe Lins’de oturuyoruz. Daha Defne yok. Böyle Viyana’daymışız ortamı…Müzikler güzel, yemekler güzel, biz güzeliz. Alttan alta başka müzik sesleri de geliyor çevreden. Sevdiğimiz şarkılar. Ama eskisi kadar çok dinlemediğimiz. Biraz rock, biraz metal, bazen ne zaman nerede duyarsan duy, illa ki gözlerini dolduracak bir Sezen Aksu şarkısı.. Bilenler bilir, Cafe Lins’in karşısında Corvus Pub’ın falan da içinde olduğu 5 katlı sırf barların olduğu bir bina vardır. İşte kafayı kaldırıp, mutlu kabuğumuzu azıcık aralayınca o binayı görüyoruz. Biraz hüzünleniyoruz, biraz duygulanıyoruz. Vay be gençlik diyoruz, neler yaşadık hatırlıyoruz. Lan o minnacık masalarda, karanlıkta birbirimizin yüzünü görmeden, birbirimize ettiğimiz iki çift lafı duymadan o barlarda ne triplenirdik diyoruz. Ama bir türlü triplenemiyoruz. Çünkü fazla mutluyuz. Çünkü fazla yaşlıyız. Çünkü artık mutsuzsak, efkarlıyız. Bira değil, rakı içiyoruz. Artık aşk acısı çekmiyoruz.

Bolu’dan dönüyoruz. Bir kaç gün önce. Defne yok yanımızda. Günübirlik iş için gitmişiz. Radyo açık. Eski, güzel şarkılar çalıyor. İki saatlik de olsa, sakinliğin, arabada yanyana oturabilmenin, canın isteyince iki çift laf edebilmenin, istemeyince kendini müziğe bırakmanın tadını çıkarıyoruz. Aşkın Nur Yengi söylemeye başlıyor. Aa bu şarkı da nerden çıktı diyoruz, gençken ne çok dinlerdik diye düşünüyoruz.

Karanlığın içinde yandı gözbebeklerim
İlk önce gözlerini gördüm
Ilık rüzgarlar misali
Sesin değdi tenime
Belki bin defa yanıp yanıp söndüm

Bir yanda sen bir yanda tövbeler
Bir yanım karşı koyar bir yanım ister

Serserim benim deli dolu sevgilim
Kor gibi sıcak yada sular gibi serin
Gelme uzak dur korkuyorum çok
Çılgınlık bu halim yok

Gözlerim doluyor. Hüzünleniyorum. Her kelimesi için gözümün önünde bir hayal. İçim titriyor. camdan dışarı bakıp, derinlere dalıyorum. Evet ya, bildiğin tripleniyorum. Ben kızımı özlüyorum. Sabah 9’dan akşam 6’ya kadar göremedim diye. İşe gittiğimde zaten göremediğim saatler olsa da. Sırf başka bir şehre gittim diye. Sırf istediğimde eve çıkıp göremem diye..

Kor gibi sıcak yada sular gibi serin
Gelme uzak dur korkuyorum çok
Çılgınlık bu halim yok

Derken kadın, ikinci çocuğu yapmalı mı, Defne kardeşsiz kalmasın mı, ama ben bir tanesi için yeterince iyi miyim bilmiyorum ki, çılgınlık bu halim yok derken yakalıyorum kendimi!

Yok artık!

Deli miyim neyim?

30’undan sonra triplenirsen olacağı bu!

Not: Ben bu yazıyı yazarken rayoda Losing My Religion çalmaya başladı. Gel de triplenme..

Adı tatil. İçeriği? Çok karışık çok!

Güney ve ben hiç 5 yıldızlı otel insanı değiliz, değildik. 2 gün orada, 1 gün burada, genelde sokakta, otel dediğin yatacak yer, temiz olsun, biraz eli yüzü düzgün olsun yetercilerdendik. Üniversite zamanında yurtdışına gittiğimizde 20 günde 10 şehir gezmişliğimizin yerini büyüyünce 1 haftada Kaş-Fethiye-Dalyan turları almıştı.

Doğurduğum güne kadar “Oooo, çocuk dediğin yürüyene kadar saksıda bitki, yürüyünce de tutarsın elinden pıtır pıtır gelir yanında, Arcachon’da ‘dune’ a da gideriz, Biarritz de denize de gireriz, Saklıkent de bağla sırtına vur kendini kanyona” ekolünün en güçlü savunucusuydum. Tatile nereye mi gittik? Antalya Voyage Sorgun! 14 aylık minik bir çılgınla cesaret edemedim-k. Hadi açık konuş! Yemedi! :))

Defne’nin 2. uçak yolculuğu.. İlk deneyimi Defne’yle başbaşa yaşayıp, cengaverler gibi atlattıktan sonra, bu defa içim çok rahatı çook! Yanımda “Ay Defne’yle ilk uçak yolculuğum, bir ilki daha beraber yaşayacağız.” romantizminde Güney vardı hem de. Yazık dedim, kocam üzülmesin dedim, başına geleceklerden hiç bahsetmedim! O Anadolu Jet koltuklarının önündeki pigmelerin bacaklarına göre tasarlanmış 10 cm boşluğa, bir çift bacak, bir sırt çantası, çeşit çeşit oyuncak, suluk, koltuk arkası tepsisi ve bir Defne nasıl sığar, 50 dakikalık sürede oraya kaç kere iner çıkar döner yatar kendisi deneyimlesin dedim. Ay bu çocuk oralara sığamıyor kucağımda ayakta dursun dediğinde, ön koltuktakilerin kafasına dokunup dokunup döndüklerinde Cee diye kahkaha atmaca oyununu kendi öğrensin dedim. İndiğimizde Güney artık pek romantik değildi. Hiç acımadım:)

Voyage Sorgun.. Güzel bir çam ormanının içinde club odası dedikleri bir çeşit bungalovlarda kaldık. Düz ayak olması, otelin kalabalığından uzak ve sessiz olması, ağaçların gölgesinde serin olması gibi bir sürü artısı vardı. Kendimize aferin.

Eşyaları odaya attık, karınlar aç hadi yemeğe dedik. Ve, açık büfe çılgınlığı! Yüzlerce insan durmadan hareket ederken, patırtı, gürültü, karmaşa varken, Defne yerinde durur, mama sandalyesinde oturur mu? Asla! 7 gün hiç oturmadı! Gerçekten hiç! Biz babaanne-dede destekli gitmiştik neyseki tatile de babaanne-dede yemeğini bitirip Defne’yi onlara satınca, sanki hiiiç çocuklu bir çift değiliz, pek genç pek romantiğiz havalarında ‘bir tabakta 10 çeşit yemeğin ne işi var, açık büfe diye soya soslu noodle’la mantı da aynı anda yenmez ki!’ temalı tabaklarımızla başbaşa yedik akşam yemeklerimizi.

Kural 1: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğini açık büfeli koca restorana götürme!

Açık büfeden akıllanıp rezervasyonlu restoranlara terfi ettiğimizde, bir tabakta on çeşit havasından çıkıp, şık kıyafetlerimiz ve bu akşam Meksika restoranında yiyeceğiz hayatım havalarıyla gayet cool’duk! Ay şarabım Rose olsun, buz gibi olursa sevinirim, öyle olmazsa içemiyorum da, bu güzel kız mı, evet benim, ay çok mu tatlı, teşekkürler -gurur, şımarma- , tabi tabi oturur mama sandalyesinde, evde öyle alıştırdık, elbisesi de çok mu havalı, evet öyle, aaa inmek mi istiyor, yok artık daha yeni geldik, ay koşuyor, mutfağa daldı, Güney sıra sende, iki taco hop ağıza, Tuba sıra sende, Rose şarap artık soğuk değil mi boşverin garson bey, siz bana bir kola getirin, en sıradanından, hatta, bir zahmet Defne’yi de elinden tutup yanınızda götürür müsünüz, iki fajita yiyeceğiz şurada.

Kural 2: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğini, şık elbise giydi, saçına da toka takmana izin verdi, şık restorana da gitti diye değişecek sanma!

Rezeryasyonlu restoran olayına,  Rum tavernasında elimize verdikleri tefleri Defne sıra sıra boynuna dizince son noktayı koyduk!

Kural 3: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğine ortamda tef varsa mutlaka ver, 5 dakika kadar mama sandalyesinde oyalanabilir! Kafasına geçirirse ayrıca tatlı olur, o da sana bonus!

Ve tatilimizin ana gayesi -tabi yemekten sonra!- deniz, havuz, su oyunları.. Evde banyodan çıkarınca 15 dakika bağıran, ağlayan, susturmak ve giyinik haliyle tekrar banyoya girmesine engel olmak için türlü oyunlar yaptığımız kızımıza su konusunda güvenimiz tamdı. Zaten daha 3 aylıkken denize de havuza da girmişti, pek de sevmişti. Zaten anası olacak kadınla babası olacak adamın su mottosu ‘Ellerinden buruşmadan sudan çıkmak yok!’ E kız da bize benzeyecek, kime benzesin. Hadi o zaman gelsin suya şapşaplar, gitsin hanimiş Defne’nin suyun içindeki papikleri, balık mı olmuş onlar oyunları! Sanmıştık, çok yanılmışız. İlk 2 gün suyun kenarında gezdi gezdi de elini ayağını dokunmadı, dokununca ciyağı bastı, bizim ıslatma çabalarımızla, yapışan saçlarıyla yağmurdan ıslanmış yavru kediler gibi pustu, tırnak gösterdi. 2 gün sonra ikna oldu da sudan çıkmak istemeyen çocuğunu bağırtarak çıkarmaya çalışan normal aile moduna geçtik. Çok şükür.

Kural 4: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğinine her zaman güvenme, günü gününe uymayabilir, zaten garanti de vermemişti.

Uyku. En korktuğumuz konuydu. Evde bizi görünce her haftasonu uyumayacağım çılgınlığı yaşayan Defne, 7 gün beraber olunca ne yapacaktı? Hiç uyumayacak mıydı, yoksa her gün görünce bir numarası yokmuş, anne-baba dediğin de bir çeşit normal insanmış diye vurup kafayı yatacak mıydı? Bııııp cevap veriyorum: Bilmiyorum. Uyku saatlerinde babaanneye bırakıp kaçtık. Sonra gelsin havuz keyfi, gitsin çılgın partiler! 10’da uykun gelmiş olabilir, parti de yeni başlıyor olabilir, olsun yine de gitti ya!

Kural 5: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğinle tatile gideceksen, aileden birilerini yada arkadaşlarını sizinle gelmesi için kandır;)

Akşamları mini disco diye birşey vardı. 50 tane bıdığın sahnede, bağırışıp, çığlık atıp, koşturup, dans etme kisvesi altında kudurduğu bir ortam. 1 metre boy ortalamasının arasında gözüne 1.60 mışlık çocuk desen çocuk değil, o ne acaba diyeceğin biri mi çarptı? Yok canım sahnede ne işim var? Benim kızım sahneye kendi çıkıp pıtı pıtı dansını 50 çocukla birlikte kendisi yapar. Yorulunca da sahneden kendi iner, mini disco daha bitmedi ben niye gidiyorum diye de ortalığı birbirine katmaz!

Kural 6: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğin varsa asla asla deme!

Hani kızı babaanneye bıraktın, hani akşam eğlenmeye diye çıktın ya daha gece tam başlamamış, biraz sağda solda takılalım dedin ya, dur şurada amfitiyatronun basamaklarında oturalım azıcık, ayy Defne az önce nasıl da dansediyordu sahnede, noluyor, gündüz kurabiye yapan çocuklara ödül mü dağıtılıyor, Sasha sahneye, hani alkış, Joshua sahneye, hani alkış, niye alkışlamıyor kimse, ayy yazık üzülüyor bak çocuklar, bari biz alkışlayalım, Hande sahneye, ohh alkış, Cem sahneye, gelsin alkış derken, yanımızdaki 8 yaşında çocuğun annesine biz burada ödül alacak mıyız, hayır, o zaman niye seyrediyoruz bu zırvaları, sahile gidelim de Cirquba Tropicana’yı seyredelim sesiyle bir kendimize gelir gibi olduk! Ama kalan 20 çocuğu da alkışlamadan içimize sinmedi! Cirquba Tropicana’nın salsacı kızları da yarım saat bekleyiversin canım..

Kural 7: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğin varsa o uyurken -yada en azından öyle varsayarken- bile senin için artık çok geç, anaç ruhunuz -evet Güney’in ki de, hatta belki senden bile çok- bünyenizi çoktan kaplamış, şaşırma!

Hayvanları çok severim. Hep Defne de sevsin istedim. Kedilerle oynasın, köpeklerle yuvarlansın, kaplumbağa beslesin. Otelde bir kedi gördük Defne en tatlı sesiyle ‘Ayyy’ diye şaşırıp sevindi ona koştu. İşte bu benim kızım! Sonra bir daha. Olsun koşsun, ben de tutar elinden koşarım. Bir daha. Çocuk canım koşacak tabi. Ne çok kedi varmış bu arada. Bir daha. Ama yoruldum. Bir daha. Defne yeter. Bir daha. Ayyy! Ama Defne’nin en tatlı sesiyle değil, benim artık bayılacağım sesimle! Ohh karıncaları gördü, oturdu yere. İki dakika mola. O ağzına attığın karınca mı? Ayyyy!!

Kural 7: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğin varsa birşey dilerken detay ver, kızım hayvanları sevsin ama mesela yalnızca yanına gelenleri, kızım hayvanları sevsin ama yemesin, mesela karıncaları.

Sonuç? Fiziksel olarak dinlendim mi? Hayır. Hatta HAYIR. Ama çok güldüm, bol bol öptüm, sarıldım, kokladım, kudurdum, şımardım, şaşırdım, kızdım, bağırdım, yüzdüm, eğlendim.

Hani gitmeden sormuştum ya, çocukla tatil mi bal o kaymak o diyerek dönecek miyim diye. Evet, bal o kaymak o, ama tatil değil o!

Oh işe geldik de dinlendik be!