Can Şenliği…

Eskiden, benim hatırladığım 80lerde, kimbilir belki benim bilmediğim öncesi de vardır, Almanya’ya çalışmaya giden anne-babalar çocuklarını anneanne-babaannelere bırakır giderdi. Bir düzen kurmak için… Kurunca çocuklarını yanlarına almak için… Ya da buradaki okullarından geri kalmasın diye. Anne-babalar çok çalışacakken ayak bağı olmasın diye… Ve benim o zamanki çocuk aklımla anlayamadığım nice sebepten… Çevremde çoktu böyle insanlar… Üzülürdüm… Kıyamazdım…

Derdi ki aile büyüklerim, amaaan pek iyi oldu, Ahmet ana-babasından ayrı kaldı ama seneye alırlar nasılsa yanlarına. Hem Nimet Hanım teyzeye de iyi oldu. Ahmet ona can şenliği oldu.

Anneannemin Kayserice deyişiyle can şinliği…

Anlamazdım can şenliği ne demek…

Başını dinleyecek koca koca anneanne-babaanneler ne diye çocuk bakacak?

Ahmet annesi babası olmadan, anneanne dedeyle ne yapacak?

Bugünlerde bazen “nefessiz” kalınca hep o deyim aklımda.

Çocuksuzken, hatta daha öncesi genç ve bir miktar havai ve akılsızken, aileye “fazla” yakın olmak, biraz “domestic” gelirdi bana. Türkçesi kezbanlık mı sanki? Böyle kendi ayaklarında üstünde duramayan, işi gücü olmayan, yeterince güçlü olmayan, doğurduğu çocuğa kendi bakamayanlara göreydi sanki maaile, amcalar, dayılar, teyzeler, aile büyükleri bir arada yaşamak. Ben çok “modern”, çok “şehirli” bir kadın olarak, muhteşem kariyerimin arasında biraz da çocuk yapacak, onlara da misler gibi tek başıma bakacaktım. Yaşadığım yer de New York falan olacaktı pek tabi. Olmadı İstanbul.

Kazın ayağı öyle değil.

Miş.

Düşünüyorum.

Biz şehirli, her haltı kendi çok iyi becerir zanneden anneler, çocuk büyütürken yalnızlıktan ölüyoruz.

Anne-babalarımız başka şehirlerde hasretten ölüyor.

Bambaşka şehirlerde büyük büyük anneannelerimiz-babaannelerimiz yavaş yavaş ölüyor. Yalnız.

3-5 sene önce hiç bilmesek de çocuk büyütmek 1 kişilik bir iş değil. 2 kişilik bile değil.

Keşke diyorum, şöyle eski konaklardaki gibi bir hayatımız olsa.

Bir avluya açılan evler.

Anneler, babalar…

Dedeler, nineler…

Herkesin kendi evi olsa ama o avluda herkes hayat bulsa.

Adı gibi “hayat” olsa gerçekten o avlu.

İsteyince herkes kabuğuna çekilse de, yemek saatlerinde birarada olsak gırgır, şamata…

Bizden azarı yiyince Defne, kaçıp o kapılardan birini çalsa…

Doğa’yı annemin evinde reçel kavanozunun dibinde bulsam…

Kaan teyze ödevime yarım etsene diye gelse.

Büyük anneanneler sırtını güneşe verip bebek pışpışlasa…

Büyük dedeler camiden gelirken, birer gofret getirse çocuklara.

Ve o bir gofretten mutlu olacak çocuklarımız olsa…

Can şenliği olsak birbirimize.

Biz yalnızlıktan ölmesek.

Onlar yalnız ölmese.

Belki deliririz hepimiz, o zaman da kalabalıktan nefes alamıyoruz deriz.

Bilmiyorum ki…

Düşünüyorum işte…

Doğa 10-11 aylık!

IMG_2039

Doğa 10’u pas geçip 11 oldu! Yok yav, o pas geçmedi de anası geçti galiba. “Sen bu çocuu eziyosun, ablasına sayfalarca methiye düzüyodun, buna Yarabbbi şükür” diyen başta annem olmak üzere tüm sevdiklerimi selamlıyor, önümüzdeki maçlara bakalım, lütfen stres yapmayalım, yaptırmayalım diyorum.

Defne’nin bu zamanlarında her iyi ya da kötü durumda, kitaplar, yorumlar, destek olmalar, köstek olmalar, illa bir gidişata müdahele ediyorduk. Müdahele ağır oldu belki ama illa olaya bir iştirakımız oluyordu. Vay kaç aylık oldu, yatağında mı uyuması gerek, yok 11 ay geçti, brokoli de yemesi gerek, ay sosyalleşmesi lazım, şuraya mı götürsek, aman niye emeklemedi çalıştırsak mı, dişi çıktı fırçalasak mı? Doğa’da yeni, zamane “modern” ebeveynlerinin yapması gerektiği gibi, sürece iştirak etmiyor, yalnızca O’nun büyümesine eşlik ediyoruz. Vayyys, ne havalıyız di mi be? Yalan yav. Küllüyen yalan. O, güle oynaya, ağlaya bağıra, düşe kalka, bazen sinirden saçımızı yoldurarak, bazen kahkahalar attırarak büyüyor. Biz de seyrediyoruz, herşeyi de bilerek yapıyormuş gibi hava atıyoruz. Üstüne bir de zamansızlık ve “tecrübeli!!!” ebeveynliğin verdiği boşvermişlik eklendi mi, değmeyin keyfimize!

Arada “bilinçli!” ebeveynliğimiz de dürtmüyor değil, dürtüyor ama biz Güney’le konuyu sorgulamaya çalıştığımız bir dakika içinde ya biri bir yerden düşmüş oluyor, ya öbürünün çişi gelmiş, ya kardeş kavgası patlak vermiş…

 

Tuba: Aşkım, bu zıpa 11 aylık oldu, bir ara yatağına geçirecek miyiz, yoksa evlenene kadar bizimle mi yatacak?

Ortam sesi: Pat, güm, hop, iayyyyyyyyyhhhhhh! Annnnnneeeeeee!!!!

Güney: Salla bebişim, çocuk düştü koşşş!

 

Güney: Hani bu cücük olana, en azından bir yaşına kadar tatlı tuzlu vermiyorduk, Defne’de iki yaşına kadar nefer olmuştun, nooollldu? Elindeki çıbık kraker mi onun?

Ortam sesi: Gııııırrrrrrrccc, çat, cıızzzzzzzztttt!

Tuba: Leyyyyn, yemişim çıbık krakeri, Doğa yine DSmartı ele geçirdi kooooşşş!

 

Tuba: Aşkım, Doğa’nın her yaptığına şakşakçılık yapmayacakmışız, olaya sadece tanıklık edecekmişiz, bir de annecim-babacım diye konuşmayacakmışız, bir de yapmasını istemediğimiz şeyleri ısrarla yapıyorsa, ilgi çekmek içinmiş, soğukkanlı davranacakmışız, bak Ayşe Arman röportaj yapmış, Özgür abi ne diyormuş, gurur duyuyorum demek de yokumuş, bir de…..

Güney: (O anda TV sehpasına tutunup, sıralayarak son hız Dsmart kutusuna giden Doğa’ya hitaben) Oyyyy afferin benim yakışıklı oğluma, süpper kalktın, seninle gurur duyuyorum babacım, harikasın da lannnnnn gene mi DSmart’a gidiyorsun eşşek sıpası, bak bir daha dokunursan dayağı yersin ha, hayırrrrr, haaa-yır, ha-yır!

 

Hemen ayyy iğrenç anne-baba yaftası yapıştırma. Bile isteye çıbık kraker vermiyoruz ama evde yaşayan 4 yaşındaki velet, çikolatayı yiyip, kağını sehpada bırakınca, küçük olan, boş paketi alıp yalayıp, mutluluktan ağzı kulaklarında yakalanabiliyor bize. Gel de engel ol.

 

Emekleme,  yeme-içme, boy, kilo herşey yolunda şükür. Ya da bize öyle geliyor. Zira Defne’yi her ayın illa 19’unda doktora götürürdük de, Doğa’yı(5’inde doğmuştu), önce 10’u, sonra 15’i, sonra 21’i derken doktora bile götürmüyoruz yeminle. Çok şükür bir ihtiyaç da hissetmiyoruz. Birgün yediğini öbürgün tükürüyor, bir giydiği 1 ay sonra kısa geliyor, tutunup kalkıyor, tek elinden tutunca yürüyor, ohhh yeaaah doğru yoldasın dostum diye gazı veriyor, hayatımıza devam ediyoruz. Hatta doktor muayenesine vereceğim milyorları, doktora götürmediğim aylar Doğa’nın hesabına yatırayım da hak geçmesin diye düşünmüştüm de, o paracıkları bir ara Zara’da harcayıvermişim. Hak geçmiş sayılmaz değil mi? Mutlu anne, mutlu çocuk diye bas bas bağırıyor psikologlar, pedagoglar. Aç, oku lütfen!

 

Doğa’nın 10-11. ay olayı, ne yeme içme, ne emekleme-yürüme, gittikçe kıvrılan sarı saçları bence! İnsan, iki lüleye aşık olur mu? Oluyormuş.

 

FullSizeRender

Ve kardeşlik mevzuları…

Bazen delirsem de, o ikisinin birlikte güldükleri, birlikte eğlendikleri, birlikte kudurdukları anlar var ya…

Hep çok konuşurum, konuşuyorum.

O an susuyorum. Dilimde sessiz şükür.

(Tabi kesin bir de telefon elimde fotoğraf çekiyorumdur, ama lütfen yüzüme vurmazsan, olayın romantizmini bozmayalım.)