Benim Şahane Hatalarım!

Athena’nın ‘Ben Böyleyim’ şarkısını dinliyordum. Diyordu ki:
Her anımı yaşadıkça sevesim var
Aldırmam hiç yağmurlara
Benin güzel hatalarım var
Bir an bile vazgeçmedim
Kendi yolumdan’
Bayağı etkileyici geldi önce. İyi lan dedim. Ne halt edersem edeyim, ohh iyi ki de ettim. Dert edecek ne var! Az daha coşunca bayağı barıştım kendimle ve tüm insanlıkla. Hepimiz şahaneyiz! Tam bir ‘ulan hatalarım bile enfes amk’ kafası. Tam bir ‘fail better’ uzantısı. Evet teoride muhteşem! Deneyelim, yanılalım, yıkılalım, tekrar deneyelim ve daha şahane yıkılalım!
Ama…
Sanki bu da bir modern zaman çılgınlığı. Mutlu olmak tek gaye! Ne bok yersen ye, sırf sonunda mutlu olmak için ye! Süreci boşver, sonuç mutluluk! Bir türlü kendini sevemeyen modern zaman şehir sürülerinin kendini kendine pazarlama ve satış tekniği!
Düşünüyorum. Hata saçma olabilir. Küçük pişmanlıkların sebebi olabilir. Büyük pişmanlıkların sebebi olabilir. Ağzına sıçan türden olabilir. Ama güzel olamaz sanki. Demiyorum ki ömrünce ezil, altında kal, kahrol. Diyorum ki, arkasında dur.
Anla, sindir ve geç üzerinden. Yürü.
Napim lan, ben de böyleyim, hatam da en az benim kadar güzel deyip, sırf 5 gün 10 saat 7 dakika üzülmemek için sanma ki yeryüzünde en önemli ‘şey’ sensin. Sanma ki dünya sırf senin için dönüyor. Sanma ki ‘City of stars, are you just shining for me?’. Keşke ile başlayacak cümleleri bertaraf etmek değil bence kendini sevmek. Keşkelerini de cebine koyup eyleme geçmek.
Tamam, ‘fail better*’ ama, ‘drink responsibly’* . Sorumluluğunu alarak tüket.

*daha iyi başarısız ol
*edebinle, ağzınla, insan gibi iç

Modern Şehir Komşuları

Metroya binmeyi seviyorum. Garip bir aidiyet duygusu. Kader ortaklığı. Hani bir yangın çıksa orada hep beraber öleceğiz. Ya da yer üstünde olağan dışı bir durum olsa, hep beraber kurtulacağız. Sırf beraber o konserve kutusunda, belli bir süre hayat yoldaşı olduğumuz için. Metro akıp gidiyor nehir gibi, eklenenler çıkanlar oluyor arada ama yolumuz ortak. Biz yan yana okey oynayan, müzik dinleyen, şeker kıran-canım Candy Crush- kitap okuyan, insan okuyan modern zaman komşularıyız!

Cebindeki parayla günü nasıl geçireceğini düşünen adamın kıpır kıpır huzursuzlanan ellerine bakıyorum. Yeni aşık olmuş, durmadan boşluğa gülümseyen kızın, lan dip boyası da geldi saçımın, acaba fark eder mi çocuk dediğini duyuyorum. Kıvırcık saçlı kız, ‘fasikül fasikül zihin öldüren fizik’ soruları çözüyor. Geçen sene kazanamamış belli ki. Ojeli olamazdı yoksa tırnakları. 60 yaşlarında kadının yüzük parmağında dövme var. ‘Ben’ yazıyor. Kendiyle evlenen kadınla arkadaş olmak istiyorum. Yan yana oturan 3 aynı Adidas Superstarlı kızın özgünlüğüne gülümsüyorum. Başka kafaların aynı ayakkabıları. O da aidiyet. Gözlüklü, kahverengi takım elbiseli amca, yeşil New Balance giymiş, çünkü bizim hayta her ay yeni bir şey alıyor, e kalanlar ziyan mı olsun ablası, giyiveriyorum işte. Hep benimle sohbet edesice teyze-amcayla, illa olmalı sohbetimi yapıyorum. ‘Evet çalışıyorum-mimarım, hıhı iki çocuğum var, ay sağ olun o kadar da küçük değilim aslında, tabi bizim neslin salaklığı, elimizi taşın altına koyamama hastalığına tutulmuşuz. Ülkenin durumu bizim suçumuz. Yansın dünya!’

Amerika’daki oğul, hayırsız geline de değinip, ‘ay bir kahveye gel Koru bilmemne sokaktaki evime’yle vedalaşıyoruz. Modern zaman komşuluğu demiş miydim?

İnince bitiyor. Aniden. Zayıf noktasına taş sıçramış araba camı gibi. Tuz buz dağılıyor herkes Bakanlık çıkışı-Karanfil-Güvenpark’a. Komşuluk bitiyor. Aidiyet duygum gidiyor. Artık herkes kendi Evren’inde kendisi ölebilir.

Acılara bulanmamış bir ‘sanat’ söyle bana Mozart!

Hepsi üst üste geldi.

Gelir bazen.

Aeden’i yeni bitirmiştim. Azra Cohen’in kitabını.

O gün geyiğin dibi whatsapp grubumuzda ‘sanat’ konuşmuştuk!

Ve TV’de orta yerinden bir filme denk geldim.

Ben Doğa’yı çılgın uzay hikayeleriyle uyutmaya çalışıp o geceye kendi destansı sonumuzu yazmaya çalışırken, filmde uzaylı dostlarımız da boş durmamış, dünyayı istila etmiş.

Kendi destanlarını yazacaklar.

Benim anladığım.

O kısımları kaçırmışım .

‘Vay şerefsizler, sizin nanobilmemne teknolojiniz bize napar, şimdi tripod kılıklı süper güç bilmemnelerimiz gelecek ve sizin heptapodlarınızı yenecek!’ diye havaya girmişken, anlıyorum ki uzaylıların niyeti iyi. Bizi yok etmek için değil, bizim beyinsizce yok ettiğimiz yer küreyle, aslında nasıl bir ilişki kurmamız gerektiğini öğretmeye gelmişler. Türümüzü bu yer kürede var etmeye devam etmek istiyorsak, gerçek birer ‘insan’ olmayı öğretmeye. Fosil yakıtın anlamsızlığını anlatıyorlar. Yenilenebilir enerji kaynaklarını öğretiyorlar.

Aynı Aeden’in anlattıkları gibi.

Filmle kitap zihnimde karışıyor. Bir anda kendi ırkımı satıyorum. Kendimi süpernovadan gelmiş, evrimde bir üst ırktan biri gibi görmeye başlıyorum. Tamam diyorum, insanlara aslında petrolün ne olduğunu anlatırsak, madenlerin, öz kaynakların, doğanın,  bunu başarırsak ben ve benim gibi bir kısım istilacı uzaylı, kimse tutamaz bizi. Bunu bir başarırsak, uğruna savaşacak şeyler de tükenir. İnsanca yaşam başlar.

Adaletsiz gelir yok. Savaş yok. Haksızlık yok. Açlık yok. Bir nevi Ütopya. Rahmetli More yıllar önce demiş. De dinletememiş.

Herkes tam. Herkes bütün. Herkes mutlu.

Tam o noktada bir şey dürtüyor beni.

Acı yoksa sanat da yok diyor.

Uğruna savaşılacak haksızlık, kötülük yoksa ondan beslenen sanat da yok.

Başkaldırı yok. Tutku yok.

Hay ben bu varoluşun bitmez tükenmez kısır döngülerine!

Yaşam her türlü iki ucu boklu değnek.

Sıkıntı büyük.

Dünyaları kurtarsak, sıkıntıdan ölüyoruz.

Sanatla coşalım desek, savaşlarda ölüyoruz.

Neyse ki tam bu noktada, ben kimim ki koca evrende rahatlığına bürünüyorum.

Üflesen uçar giderim.

Toz tanesi.

Ya da el alemin derdi beni mi gerdi, koca dünyayı ben mi kurtaracağım aymışlığına/aymazlığına.

Bir üşengeçlik geliyor üzerime.

Evrenin sırrını çözeceğiz, bir senin ortalama zekanın katkısı eksik, yetiş deseler, ben o işlerden çektim elimi ayağımı gülüm deyip, bir çay koyacağım kendime.

Ve yazacağım o whatsapp grubuma. Herkes Fifty Shades’i seyretti mi genjleeer?

Fona da açarım Mozart’ı, Beethoven’ı, Debussy’i.

Acılara bulanmamış bir sanat söyle bana derim.

Söyle Mozart.

 

 

 

Sıkı canın canı çıksın!

Yazın, iki aydan uzun bir süre, çocuklarıma ‘maruz’ kaldım. Maruz kaldım dedim diye zoruna gitmesin. Evet, bahsettiğim kendi çocuklarım, ama bunun adı ne kaliteli zamandı, ne çılgın yaz tatili. 7 gün 24 saat, tuvalet ve banyo saatleri de dahil, annieeeahh sesine, kusana kadar oyuna, beyin hücrelerim temel komutların dışına çıkamayacak kadar  – tamam ya bildiğin mal işte- oyuna maruz kaldım. Üstelik yalnız değildim. Annem, babam ve hatta yeğenim de vardı ve Mersin’deydim.

Ve bunu ben istemiştim. ‘Benim işim yüzünden yazın bile okula gidiyor yaaaavruuum’ dediğim Defne’yi, ‘ay bakıcılarla büyüğü çocuuum, biraz da anasının koynunda kıpraşsın bebeğiiiim’ derdine düştüğüm Doğa’yı da yanıma katmış, annemlere gitmiştim. Başlarda biraz vicdan, biraz kadınsal hormonlar, biraz annelik sosu,  işler bayağı yolundaydı. Kadındım, çalışabilirdim, insandım ama önce anaydım ben anaaa! Yavrularım koynumda, mis kokuları burnumda, kahkahaları kulağımdaydı. Henüz beynim sümük olup burnumdan akmamış, kulak kiri olup yanağıma fışkırmamıştı. Zamanla yavaş yavaş bakışlarım donuklaştı, hareketlerim yavaşladı, konuşurken kelimelerim birbirine karışmaya başladı. Bir süre sonra insanlıktan çıktım, yetişkin muhabbetine hasret kaldım. Aynı evde yaşadığım anam babamla, koridorda karşılaşınca dudağımızın kenarıyla selam verip geçecek vaktimiz var.  O derece! Çocuklar parkta oynarken, kaldrımları yenileyen belediye işçileri ile mil kumu, çimento ve beton büzler üzerine yaptığım üçer dakikalık sohbetler hayata bağladı beni. Sanırsın 21 yaşındayım, barda oturmuş alevli malevli bir şeyler içiyor, Jude Law’la Heidegger konuşuyorum!

Bunları niye anlatıyorum? Durumumun tüm vahametini, en ince ayrıntısına kadar anla diye. Hani bir imam gelse, hanfendi sizi uzaktan izliyorum da sizin gözünüz göz, bakışınız bakış değil, bebeleriniz bir süre camimizin avlusunda tam pansiyon konaklasa da, sizin beyne de yeterli miktarda oksijen gitse dese, kafan iyi mi hacı alooo, demeyeceğim de haftasonları görüş var mı diye heyecanla soracağım! Ağzımın kenarından akan suları da photoshopla silin o anda. Daha ölmedik! Hava da gece gündüz otuzsekiz derece, üşümez de yavrularım.

İşte bu kadar baymışken bile ‘Sıkı can iyidir, çabuk çıkmaz.’ muhabbetlerine şöyle bir içesine (Buraya, bu Kayserice sözcükten daha yakışan bir sözcük bulamadım!) katılamadım. Annieeeah canımız çoook sıkılıyor diyen bebelere empati ile baktım. Hay ben o bu hayatta burnumun girdiği her bokun müessibi empatiye! Sana ne! Ne göz göze geliyorsun? Ne duygusal alışveriş yapıyorsun? Şöyle ağzını doldura doldura, yaya yaya, ‘Sıkı can iyidiiiiir, çabuk çıkmaaaaaz.’ de, ‘Biz ikinciyi boşa mı doğurduk, birbirinize arkadaş olun diye kardeş yaptık.’ de. En kötü cehennem olun gidin, televizyon falan seyredin de. Yok!

Açık hava, doğal hayatta olsa umurumda değil. Gitsin kozalak bulsun, dal toplasın, ağaç kessin, başını sokacak bir göz oda yapsın, kediyle köpekle koyun koyuna yatsın, acıkınca toprağı kazsın, bahtına solucan çıkarsa, ekmeğine katık yapsın. Anniieeeh, sıkıldım dediği anda ‘Cehennem ol gidin, bir göz oda da kardeşine yapın, topraktan baraj yapın, çamurdan da kafama taç yapın!’ ı yapıştırırım. Kahvemi yudumlarken de ‘Sıkı can iyidiiiir, çabuk çıkmazzzzz.’ derim de son sahnede, pis pis gülümserken kahveli kahverengi dişlerim arasından, dişime yapışan damlasakızlı lokum triiink diye parlar da, seyirci de mutluluğumu ve sinsiliğimi anlar.

Empati yapan taş olsun!

Da dört duvar arasındayken olmuyor. Vicdanım elvermiyor. Sıkılmak o ortamda yaratıcılığı desteklemiyor. Sıkıntıdan odasının duvarını boyadı diye o sanatçı-dahi olmuyor, sen de extra-large anne olmuyorsun. Olunmuyor. Valla bak.

Köyüme götürün beni.

Severim…

Ben çocuklarla oynamayı severim. Kudurmayı da. Çığlık çığlığa koşuşturmayı. Elim sende, yerden yüksek oynamayı da. Sohbet etmeyi severim çocuklarla. Onları konuşturmayı. Hayallerini anlattırmayı. Yağmura çıkıp ıslanmayı severim onlarla. Sularda zıplamayı. Kar tanelerini dilimizin ucuyla yakalamayı. Onları yıkamayı severim. Leğene su doldurup, içine cup diye çocukları atmayı. Elimle ıslak saçlarını taramayı severim. Sırtı bana dönük, saçları taranırken anlattıklarını severim. Uçan köpükleri üfleyip patlatmayı. Duş başlığından fıskiye yapıp onları güldürmeyi severim. Buharlanmış banyo camında kalpler çizmeyi severim çocuklara. Sonra elimi yumruk yapıp, cama yapıştırırım. Çıkan kedi patisine şaşırmalarını severim.

Minderlerden mağara yapıp altından geçmesini severim. Küçücük olmayı. Sonra kedi yavrusu olup yerlerde süt-ekmek aramayı severim. Daha da küçülmeyi. ‘Serçe olmacılık’ oynarız bazen çocuklarla. Ağırlığımızı hiç vermeden birbirimizin avucuna konmacılık oynarız onlarla. En hafif ben olmayı severim. Daha da küçülürüm öperken. Enselerine, kol altlarına, gıdılarına sığacak kadar küçülürüm.

Ama ben en çok neyi severim biliyor musun? Çocuklarla elele yürümeyi.

Çünkü büyürüm…

O minnacık el avucumda kayboldukça…

Uzar uzar uzar başımla göğe değerim.

O el parmaklarımın arasına sıkıştıkça… Dev olur, dünyayı yerinden oynatırım.

Korkup elimi sıktıkça o minik parmaklar… Avuçlarım büyür. Yoldan topladığımız kozalağa, at kestanesine, taşa, kağıda sandık olur. Çocukların hazinesine sandık.

Yüreğim büyür, çocuklara yuva olur.

Bugün elele bakkala Atatürk Orman Çiftliği dondurması almaya yürürüz. ‘Sade’.

Yarın sahneye çıkacağı gösterisine. En ‘şatafatlı’ hislerle.

Ben en çok çocukların elini tutup yürümeyi severim…