Sıkı canın canı çıksın!

Yazın, iki aydan uzun bir süre, çocuklarıma ‘maruz’ kaldım. Maruz kaldım dedim diye zoruna gitmesin. Evet, bahsettiğim kendi çocuklarım, ama bunun adı ne kaliteli zamandı, ne çılgın yaz tatili. 7 gün 24 saat, tuvalet ve banyo saatleri de dahil, annieeeahh sesine, kusana kadar oyuna, beyin hücrelerim temel komutların dışına çıkamayacak kadar  – tamam ya bildiğin mal işte- oyuna maruz kaldım. Üstelik yalnız değildim. Annem, babam ve hatta yeğenim de vardı ve Mersin’deydim.

Ve bunu ben istemiştim. ‘Benim işim yüzünden yazın bile okula gidiyor yaaaavruuum’ dediğim Defne’yi, ‘ay bakıcılarla büyüğü çocuuum, biraz da anasının koynunda kıpraşsın bebeğiiiim’ derdine düştüğüm Doğa’yı da yanıma katmış, annemlere gitmiştim. Başlarda biraz vicdan, biraz kadınsal hormonlar, biraz annelik sosu,  işler bayağı yolundaydı. Kadındım, çalışabilirdim, insandım ama önce anaydım ben anaaa! Yavrularım koynumda, mis kokuları burnumda, kahkahaları kulağımdaydı. Henüz beynim sümük olup burnumdan akmamış, kulak kiri olup yanağıma fışkırmamıştı. Zamanla yavaş yavaş bakışlarım donuklaştı, hareketlerim yavaşladı, konuşurken kelimelerim birbirine karışmaya başladı. Bir süre sonra insanlıktan çıktım, yetişkin muhabbetine hasret kaldım. Aynı evde yaşadığım anam babamla, koridorda karşılaşınca dudağımızın kenarıyla selam verip geçecek vaktimiz var.  O derece! Çocuklar parkta oynarken, kaldrımları yenileyen belediye işçileri ile mil kumu, çimento ve beton büzler üzerine yaptığım üçer dakikalık sohbetler hayata bağladı beni. Sanırsın 21 yaşındayım, barda oturmuş alevli malevli bir şeyler içiyor, Jude Law’la Heidegger konuşuyorum!

Bunları niye anlatıyorum? Durumumun tüm vahametini, en ince ayrıntısına kadar anla diye. Hani bir imam gelse, hanfendi sizi uzaktan izliyorum da sizin gözünüz göz, bakışınız bakış değil, bebeleriniz bir süre camimizin avlusunda tam pansiyon konaklasa da, sizin beyne de yeterli miktarda oksijen gitse dese, kafan iyi mi hacı alooo, demeyeceğim de haftasonları görüş var mı diye heyecanla soracağım! Ağzımın kenarından akan suları da photoshopla silin o anda. Daha ölmedik! Hava da gece gündüz otuzsekiz derece, üşümez de yavrularım.

İşte bu kadar baymışken bile ‘Sıkı can iyidir, çabuk çıkmaz.’ muhabbetlerine şöyle bir içesine (Buraya, bu Kayserice sözcükten daha yakışan bir sözcük bulamadım!) katılamadım. Annieeeah canımız çoook sıkılıyor diyen bebelere empati ile baktım. Hay ben o bu hayatta burnumun girdiği her bokun müessibi empatiye! Sana ne! Ne göz göze geliyorsun? Ne duygusal alışveriş yapıyorsun? Şöyle ağzını doldura doldura, yaya yaya, ‘Sıkı can iyidiiiiir, çabuk çıkmaaaaaz.’ de, ‘Biz ikinciyi boşa mı doğurduk, birbirinize arkadaş olun diye kardeş yaptık.’ de. En kötü cehennem olun gidin, televizyon falan seyredin de. Yok!

Açık hava, doğal hayatta olsa umurumda değil. Gitsin kozalak bulsun, dal toplasın, ağaç kessin, başını sokacak bir göz oda yapsın, kediyle köpekle koyun koyuna yatsın, acıkınca toprağı kazsın, bahtına solucan çıkarsa, ekmeğine katık yapsın. Anniieeeh, sıkıldım dediği anda ‘Cehennem ol gidin, bir göz oda da kardeşine yapın, topraktan baraj yapın, çamurdan da kafama taç yapın!’ ı yapıştırırım. Kahvemi yudumlarken de ‘Sıkı can iyidiiiir, çabuk çıkmazzzzz.’ derim de son sahnede, pis pis gülümserken kahveli kahverengi dişlerim arasından, dişime yapışan damlasakızlı lokum triiink diye parlar da, seyirci de mutluluğumu ve sinsiliğimi anlar.

Empati yapan taş olsun!

Da dört duvar arasındayken olmuyor. Vicdanım elvermiyor. Sıkılmak o ortamda yaratıcılığı desteklemiyor. Sıkıntıdan odasının duvarını boyadı diye o sanatçı-dahi olmuyor, sen de extra-large anne olmuyorsun. Olunmuyor. Valla bak.

Köyüme götürün beni.

Severim…

Ben çocuklarla oynamayı severim. Kudurmayı da. Çığlık çığlığa koşuşturmayı. Elim sende, yerden yüksek oynamayı da. Sohbet etmeyi severim çocuklarla. Onları konuşturmayı. Hayallerini anlattırmayı. Yağmura çıkıp ıslanmayı severim onlarla. Sularda zıplamayı. Kar tanelerini dilimizin ucuyla yakalamayı. Onları yıkamayı severim. Leğene su doldurup, içine cup diye çocukları atmayı. Elimle ıslak saçlarını taramayı severim. Sırtı bana dönük, saçları taranırken anlattıklarını severim. Uçan köpükleri üfleyip patlatmayı. Duş başlığından fıskiye yapıp onları güldürmeyi severim. Buharlanmış banyo camında kalpler çizmeyi severim çocuklara. Sonra elimi yumruk yapıp, cama yapıştırırım. Çıkan kedi patisine şaşırmalarını severim.

Minderlerden mağara yapıp altından geçmesini severim. Küçücük olmayı. Sonra kedi yavrusu olup yerlerde süt-ekmek aramayı severim. Daha da küçülmeyi. ‘Serçe olmacılık’ oynarız bazen çocuklarla. Ağırlığımızı hiç vermeden birbirimizin avucuna konmacılık oynarız onlarla. En hafif ben olmayı severim. Daha da küçülürüm öperken. Enselerine, kol altlarına, gıdılarına sığacak kadar küçülürüm.

Ama ben en çok neyi severim biliyor musun? Çocuklarla elele yürümeyi.

Çünkü büyürüm…

O minnacık el avucumda kayboldukça…

Uzar uzar uzar başımla göğe değerim.

O el parmaklarımın arasına sıkıştıkça… Dev olur, dünyayı yerinden oynatırım.

Korkup elimi sıktıkça o minik parmaklar… Avuçlarım büyür. Yoldan topladığımız kozalağa, at kestanesine, taşa, kağıda sandık olur. Çocukların hazinesine sandık.

Yüreğim büyür, çocuklara yuva olur.

Bugün elele bakkala Atatürk Orman Çiftliği dondurması almaya yürürüz. ‘Sade’.

Yarın sahneye çıkacağı gösterisine. En ‘şatafatlı’ hislerle.

Ben en çok çocukların elini tutup yürümeyi severim…