Mülkiyet hakkımız bitmiştir. Geçmiş olsun.

Bu aralar bizim eve gelmeyi düşünenler, sözüm size! Yanınızda değerli eşya bulundurmayın, güvenliğiniz için çantanızı yanınızdan ayırmayın, saçınıza toka, kolunuza bilezik takmayın, güzel kıyafetlerle evimize gelmeyin, terliğinizi ayağınızdan çıkarmayın, yemekte çatalınızı elinizden bırakmayın! Çünkü bizim evde, niye bilmiyoruz ama artık herşey Defne’nin! Kahvaltıda yediğiniz zeytinin çekirdeği bile! İnanmayana ispatı!

Hayvanlar alemine giriş 101

Pazar günü hava güneşliydi ya, her üç Ankaralı’dan biri gibi hayvanat bahçesine gittik. Diğer ikisi de Gölbaşı ve Eymir’e gitmişti. Defne artık teoride tek uyku uyuduğu, onu da öğlen uyuduğu, dışarıda, pusette falan uyuyamadığı, uyutmak için illa eve dönmek gerektiği için düşmedik sabahın köründe yollara, bildiğin heyecandan düştük. Daha önce bir kere daha gitmiştik, Defne küçüktü, hava 34 santigrat celcius’tu, öğlen saat 12’ydi, biz acemi anne-babaydık. Ağustosta öğlen saatinde “Serindir oralar, birşey olmaaaz” diye evde uyumayan Defne’yle cinnet geçireceğimize, beynimizi güneşte pişiririz diye atmıştık kendimizi oraya. Ama hayvanlar bizden akıllıydı. Hepsi efendi gibi yuvasına çekilmiş, totosunu devirmiş, dilini çıkarmış, yatıyordu, hiçbirini göremedik, uzaktan gözgöze geldiklerimiz de “Öyle boş boş bakma, gelmişsin buraya kadar madem, boş durma, buz gibi bir limonata ver de içelim” minvalinde bakışlar atıyordu da, gözlerimi kaçırdım! Allahın lamasına limonata mı yapacağım bir de?

Neyse efendim bu sefer akıllanmıştık, serin ama bol güneşli bir Ankara pazarında çıktık yola! Bu defa, hava idealdi, tüm havyanlar dışarıdaydı, sabah saat 10 olması itibariyle, bize “Aaa bugünkü kahvaltımız canlı yem mi, yaşasın!”  bakışları attılar biraz ama, yedirir miyim kızımı ben, anneyim ben anne! Bu bir buçuk yaş milleti biraz değişik bence. 6 aylık bebekle, 2 metrelik kaplana, el kadar sincapla, koca zürafaya aynı tepkileri verip, aynı muameleyi yapıyorlar! O  zürafa ne kadaaaaaaaar büyük, ne uzuuun boynu var, çok değişik değil mi sence de derken, bir bakıyorsun  bırakmış orayı, yerdeki sümüklü böcekle oynuyor, ya da babası heyecanla  “Kaplan ne kadar büyük ya, aslan mı büyük kaplan mı?” diye diye kafesler arasında koşarken -babası da heyecanlı tabi, her gün saatlerce seyrettiği, tüm özel hayatını bildiği, magazin ünlüleri onun için aslanlar,kaplanlar!- Defne yan tarafta gördüğü kedinin peşinden tediiii diye bağırarak koşuyor. Baksana evladım görmediğin hayvanlara, tedi bizim orada da var, havhavın peşinden parkta da koşarsın, sümüklü böceği cebine koyma çocuğum, annen onu pişirmeyi bilmiyor diye diye gezdik hayvanat bahçesini. Ama hakkını yemeyeyim, flamingolarla çok ilgilendi! 45 dakika başlarında dikilip, her “Annieeaaa, ıhh ıhhh.” cümlesine “Evet Defnecim flamingo, evet Defnecim çok güzel, evet kızım boynu ne uzun, evet Defnecim bence de kafalarını sağa sola garip garip çevirince çok komik oluyorlar….” diye cevap vermekten iflahım kesilince, aaa bak tediii diye koşturup, biraz kandırmış olabilirim. Bir de onlarca maymunun arasından biriyle çok ilgilendi. Ya da onlarca maymunun arasından biri, Defne’yle çok ilgilendi! Camın arkasından karşılıklı uzunca bir süre birbirlerini süzdüler, sonra maymun totosunu döndü gitti de yola devam edebildik.

 

Hava güzeldi, her yer koca koca sarı yapraklarla kaplıydı, ağaçlar rengarenkti, mutluyduk. Da o hayvanlar, o dar ve kötü kafeslerin içindeydiler ya, zeminleri hep betondu ya, o koskoca Atatürk Orman’ın da daracık yerlere sıkışmıştılar ya, onlar hiç mutlu değildi. Defne’nin gözlerine bakarken sevinçten, onların gözlerine bakarken üzüntüden öldük. Ankara gibi bir yerde, o kadar güzel, büyük ve gelişmiş bir orman varken, niye şartlar bu kadar kötü dedik dedik durduk. Ama o kadar. Elimizden başkası gelmedi. Gelir miydi ki? Aaaa Avrupa’da şöyle, bizde niye böyle değil, oralar şöyle muhteşem, böyle güzel, buralar niye değil, kıyaslamaları yapmayı sevmem -yaparım ama, o ayrı- hele de daha iyi olması için hiç bir çaba göstermezken, o hakkı kendimde bul-a-mam. Bu defa defalarca söyledim ama. Nurnberg’de bir hayvanat bahçesine gitmiştik, belki bir kaç dönüm arazide tamamen açık bir yerdeydi mesela aslan, çevresinde genişçe bir hendek. Olamaz mıydı burada da?

Hayvanat bahçeleri niye var? Gerçek hayatta göremeyecekleri hayvanları, orada seyirlik görmelerine ne gerek var? Doğal hayatında olmayanı, kitapta, belgeselde görse, doğal ortamında olanı da gerçekten doğal ortamında görse yetmez miydi? Diye sordum da sordum. Cevaplamadım ama.

Biz mutluyduk o gün. Gerisini erteledim. Hep öyle yaparım.

Bebekler ağlarmış.

Bebekler ağlar, bağırır, çevreye rahatsızlık verir. Defne? O eleştirir:)

Oyun grubu mu? !

Anne olduğumdan beri, kendimi eleştirdiğim, yanlış mı yaptım acaba diye kendimi sorguladığım, birgün kendime “Afferin bu işte bayağı iyisin” diye gaz verip, ertesi gün “Deli misin, napıyorsun?” diye kendimden hesap sorduğum, tükürdüğümü yaladığım, acabalarla boğuştuğum milyon konunun yanında baştan beri ve istikrarlı bir şekilde kendime güvendiğim, doğru yaptığıma inandığım, kendimi sorgulasam da kendime laf sokacak bir taraf bulamadığım -öyle çok konuşan ve benimle sürekli didişen bir iç sesim var ki, bana laf sokmadığı bir konunun olması mucize!- nadir konulardan biri, Defne’yi iyi havada, kötü havada, ama az, ama çok açık havaya çıkarmak.

Daha bebekken ve Ankara’nın buz gibi soğuğuna rağmen, sarıp sarmalayıp, güzelce giydirip çıkarırdım, büyüdükçe zaten kendi bağımlı oldu açık havaya. Hergün aynı saatte çıkmaya alışınca, o saatte kapıyı aşındırmaya başladı zaten. Hatta o bay bay’ın hevesine ayakkabılarını ayağına geçirmeyi, atkıyı kendini öldürecek gibi boynuna sarmayı, beresini tek gözünü kapatacak şekilde kafasına geçirmeyi öğrendi.

Yakınında park olan, bahçesi olan bir sitede yaşıyoruz ama malum ortam Belgrad Ormanı da değil. Yine de gördüğü 3 köpek, 1 kedi, 10 kuş, tüm engellemelere rağmen mıncıkladığı ateş böcekleri, peşinden koştuğu kelebek, ısrarla çok güzel olduğuna inandığı ve avuçlayıp en değerli hazinesi gibi baaaaak diye bana getirdiği sümüklü böcekler -hadi salyangoz diyelim, daha sevimli duruyor- ve hatta arada gücünü kontrol edemeyip kabuğunu çıtlattığı ve içi çıkmış, ayyy devam edemeyeceğim, işte şehir hayatının üç beş hayvanı bile onu inanılmaz mutlu ediyor.

Ama Defne büyüyor. Ama Ankara çok soğuk. Eskiden 1 saat bile çıksa yeterken, şimdi daha çok uyanık zamanı olduğu ve evde sıkıldığı için daha çok dışarıda vakit geçirmek istiyor. Defne’nin vücudunda 10 santimetrekare açıkta bırakan astromontundan birer tane bakıcıya ve bana da bulana kadar, daha fazlası çok zor:)

Bir buçuk yaş kontrolünde doktorun “Defne hareketli, sosyal ve algısı açık bir çocuk, bakıcıyla tek başına evde çok sıkılır kışın, bir oyun grubu ya da kreş düşünün bence.” tavsiyesiyle, önce aaaayyy benim çocuğumun algısı da çok açık, hem sosyal de, bana mı çekmiş diye totom tavana vurup, havalara girip, herkese anlattıktan sonra, normale dönüp, normal bir insan gibi düşünmeye başladım. Ve aklıma kocaman bir soru takıldı! Oyun grubu ne ya? Şimdi birileri Defne’yle oynasın diye her gün aynı saatte aynı yere götürüp, aynı insanlarla muhattap olup, üstüne bir de para mı vereceğiz? Dünya bu kadar saçma bir yer olmamalı! Ben şehir insanıyım, imkanım olsa New York’ta yaşamak isterim, ama ruhumun bir tarafı da gayet köylü, tek göz evimiz, traktör süren kocam, bir ev dolusu çocuğum olsun, hava aydınlanınca sokağa çıksınlar, hava kararınca kucağında kuzuyla eve gelsinler, kuzuyu o gece pişirip yemezsek, sarılıp yatsınlar, ben de şehirli kadınların arkasından atıp tutayım, ay çocuk büyütmekte ne var, bir taneye bakamıyorlar diye! Beş yıllık planımızda köye de New York’a da taşınma ihtimalimiz olmadığından oyun grubu ihtimalini tekrar değerlendirmeye karar verdim.

Beş çocuk hadi oynayın dediğimiz için yerde oynarken, beş anne kenarda oturup “Ay bizimki kakasını taa 6 aydır söylüyor, aa öyle mi bizimki de 8 aydır yemeğini kendi yiyor, o da birşey mi bizim ki sayı sayıyor, okuyor, yazıyor, raksediyor!” muhabbetleri mi yapacağız, dur o zaman ben biraz çalışayım, notlarıma bakayım, ne taraftan bastırıp üste çıkayım, dur ya haftada üç gün o kadınlarla buluşacaksam ne giyeceğim, hemen alışverişe koşayım, ay şimdi haftada üç gün saça da fön çektirmek lazım, en güzel, en genç, en çıtır anne ben olacağım uleyyyn gelgitlerini yaşarken, evimize yakın, kreşte varolan 18 ay grubuna haftada 3 gün ikişer saat katılabileceği, annesiz, kocaman bahçesinde tavuklar, horozlar koşan, kaplumbağa ve tavşanla oynayabileceği ve bunun için üstüne para vereceğimiz (!) bir kreş-oyun grubu buldum! Tam karar vermedim ama niyetim var. Ah o doktor. Yok algısı açık, yok sosyal verdin gazı.

O beş kadın da kendilerini yesinler artık! En güzel, en genç, en çıtır anne benim işte.

Defne: Bir buçuk!

Evet hala altına yapıyor, evet hala uyumuyor, evet hala yemek püskürtmeyi seviyor, evet hala büyük bir insan gibi yürümüyor, evet hala onu giymem, bunu giyeceğim diye kıyamet koparıyor, evet hala koca kız gibi konuşmuyor ama olsun, ben bu bir buçuk senelik birlikteliğimizin en çok bu kısmını sevdim! Ya da ben bir buçuk yaş annesi olmayı sevdim.

Evet hala altına yapıyor ama yapacağını tüm ev ahalisine anons edip, bittiğini de bildiriyor ki, yanlış anlama olmasın, 7 gün 24 saat kaka yapıyor sanmayalım. Gülüyoruz.

Evet hala uyumuyor, hatta gece terörünü belirtileri gösteriyor, geçici olduğuna inanıp bitsin istiyoruz, ama Defne uykun geldi mi diye sorduğumuzda eliyle gözünü ovuşturup, eee eee diye yatıyor, sonra da kahkahalar atarak kaçıyor, “Yedin mi numaramı?” bakışı atıyor. Gülüyoruz.

Evet hala yemek püskürtmeyi seviyor, ağzını açmadığı günleri çoktan geride bıraktı, ağzında biriktirip topluca çıkarıyor, çok az yiyor, çok zor yiyor, ama memmeeek diye bağırarak zeytin istiyor, ve çekirdeğini kendi başına çıkarıp yiyebiliyor. Gülüyoruz.

Evet hala büyük bir insan gibi yürümüyor, ama hottaaaa hottaaaa diye sekerek, tik tak tik tak diye sallanarak, pıtı pıtı diyip dansederek, ya da aaaaaaaaaiiiiaa diye deli bağırarak koşarabiliyor. Gülüyoruz.

Evet hala onu giymem, bunu giyeceğim diye kıyamet koparıyor, ama siyah botlarını giyince baaaak diye herkese ayağını gösteriyor, ya da astronot montunu giyince başından ayağına kadar eğilerek baaaak diyor, altına şort üstüne palto giymek istiyor. Gülüyoruz.

Evet hala koca kız gibi konuşmuyor, ama önüne memmek koyunca, annieeaaaa kakaal diye çatalını istiyor, dışarı çıkarken kankaaa diye illa çantasını takıyor, babaaaammm babaaaamm diye şarkı söylüyor. Gülüyoruz.

Hep gülmüyoruz ama. Çok zorlanıyoruz. Deliriyoruz. Kızıyoruz. Sabrımız bitiyor. Bunalımın eşiğine gidiyoruz, iki çikolata, bir kahveyle geri dönüyoruz. Bazen herkes çocuğunu güzel güzel büyütüyor, biz mi beceremiyoruz diye sorguluyoruz. Ama mutlu ya, gülüyor, dansediyor, kaçıyor, kucaklıyor, ve evet iletişim kuruyor, anlatıyor, anlamaya çalışıyor ya, yetiyor. Çok klişe ama delirmiyorsan o kahkahalar sayesinde. Bir eşik var. Orası sınır. Gidiyorsun ve hep dönüyorsun. Neyseki.

Bir de elele tutuşup yürüyoruz ya bazen, yumuşacık, sıcacık.

Yetmez mi?

Bir de artık kirli çamaşırları makineye atmayı öğrendi ya, büyük rahatlık valla. Çorabını çıkar ver eline, yolla çocuğu:)

Tamam tamam o kadar iğrençleşmiyoruz, ama yere çıkarırsan affetmiyor. Bişey eeh eeh olmuşsa, iyi ihtimal makineye, kötü ihtimal çöpe:)

Sevdim ben bu bir buçuk yaşı!