Defne Mersin’de!

 

Büyük tantana yapıp cümle aleme duyurduğum Mersin seyahatimizi tamamlayıp kendi sahamıza dönmüş bulunuyoruz. Kopardığım tantananın bir kısmında gayet haksız, kopacak fırtınaların da bir kısmından bihabermişim meğer!

Gidiş uçağımız 17 Mart’ta sabah 9’daydı. Neyse canım zaten Defne 6’da kalkıyor derken her saatli plan program öncesi gibi Defne’nin uyuyacağı tuttu. (Bkz. bilumum doktor randevusu öncesi!) Biz uyandırınca da tamam dedik biz duruma 1-0 yenik başladık. Gelsin huysuzluklar! Neyseki yanılttı bizi Defne. Sakince gittik havaalanına, o koca bebek arabasını habire katla banda koy, aç, tekrar katla koy eziyetinden sonra geldik uçağa. Ben bebek arabasını ne yapacağım, araba olmazsa inişte hem Defne hem bavul hem arabayı nasıl alacağım bıbı bıdı bıdı diye bir sürü telaş yapıp herkeslere sormuştum, hangi aşamada nereye vereyim diye. Sonuç olarak bebek arabasıyla uçağa kadar gittik,  girişte arabayı katlayıp personele teslim ettik. İnişte de uçağın kapısına kadar getirdiler. Bizim için gayet rahat oldu. Daha sıradayken kucağımda Defne’nin gülücük atıp kandırdığı, oynadığı zavallı insancıklar sağımıza solumuza oturmaya başladı. Başlarına geleceklerden habersiz “Ayy ne tatlı, ne meraklı, cin cin bakıyor, hiç de sesi çıkmıyor…” falan derken kalkış saati geldi. Gel de bizim yerinde duramayan kuduruk Defne’yi kucağında oturt da kemeri bağla! Oyuncak göster, şarkı söyle, dil dök, dergiye bak falan derken yanımızdaki kadıncağız gazetesini açıp okumaya karar verdi! Defne’nin gözleri parladı tabi. Kadın kaçırıyor gazeteyi bizimki atıyor elini, kadın yana kayıyor bizimki iyice tepesinde, bir de gülüyor her kaçırdığında oyun diye! O kadıncağıza teşekkürü borç bilirim, zira pes edip gazetesini kapattığı 5. dakikaya kadar sayesinde en azından kalkış işini halletmiş olduk. Kalkışta emziği aldı Defne ve hiç ağlamadı. Sonrasında otur kalk, otur kalk, gelen sandiviçi didikle, yandaki bu defa dergi okumaya niyetlenmiş teyzeyi taciz et şeklinde geçti zaman. İnerken 2-3 dakika ağladı ama o zaman artık uykusu iyice gelmişti ve sıkılmıştı, emziği almadı falan filan. Çok şükür ki inince toprağı öpeceğim diyeceğim bir durum yaşamadan indik Adana’ya. Anneanne-dede-kuzen karşılamasından sonra mutlu mesut gittik Mersin’e.

 

 

Buraya kadar herşey muhteşem. Aman be dedim, amma da büyütmüşüm, kızcağızımın günahını almışım, geliverdik işte dedim. Ayy uçakla şuraya da gideriz, buraya da, yurtdışına da çıkarız, Amerika’ya giderken beşik bile oluyormuş, coşup oralara bile gideriz diye başladım hayallere. Ama kader ağlarını örüyordu. Unuttuğum birşey vardı. Bu totosu yere 10 saniyeden fazla gelince kurtlanan, uyumayı boşa geçen zaman olarak gören Defne bir de uyku saatleri şaşınca bastı yaygarayı Mersin’e gelince. Uyutmak ne mümkün. Yatır, kaldır, beşikte salla, pusette salla, kucakla, yok, uyumuyor velet! Hayır uyumazsa uyumasın da çok uykusu olduğundan duramıyor da sıpa! Defne bağırır, ben bağırır hallerimizi gören annem bir süre sonra olaya el koydu, kaptığı gibi Defne’yi indi aşağıdaki parka. Basket oynayan çocukları seyrederken 1 dakikada uyudu. Gerçek bir 1 dakika! Meğer bu bir başlangıçmış!! Ertesi gün, bir sonraki gün, daha da sonraki gün, yahu hergün parkta uyudu nerdeyse bu çocuk! Aaa bazen de sahilde uyudu, hep parkta değil! Ben böyle söyleniyorum ama Ankara’dan gitmeden biraz hasta olan Defnecik’in nezlesi arttı iyice, bir de 1 haftanın sonunda nurtopu gibi bir dişi daha oldu. E hepsi birleşip, üstüne zaten uykuyu sevmeyen kızı taciz edince uyku konusu bir çeşit krize dönüştü!

 

 

 

Parkta, sahilde uyumadığı zamanlarda, parkta, sahilde oynadı da oynadı Defne. Sallandı, kaydı, yere oturup toprakla oynadı, kumdan kale yapan, kamyonuna kum dolduran, bisiklet süren bilumum çocukları taciz etti. Her çocuğun saçına dokundu, gözüne parmak soktu, elini tuttu, sarıldı. Artık o kadar sokak çocuğu oldu ki salıncaktan indiriyoruz diye kıyameti koparacak, evde ayakkabısını çıkarıp ters çevirince içinden bir avuç kum dökülecek kıvama geldi. Yanakları bile bronzlaştı! Evde olduğu tüm zamanı da balkonda geçirdi. Anneannesiyle çiçek bile dikti. Yani uyuması gerekmediği tüm zamanlarda mutluluktan çıldırdı Defne, uyuması gerektiği zamanlarda da ben çıldırdım!:)

 

 

 

Dönüş yolunda uçakta boş koltuklara geçtik bu defa. Üç koltuğa yayılmış abaküsten tutun, kaşığa, legodan cüzdanıma kadar bilumum ıvır zıvırla sefil bir görüntü içersindeydik! Bir de bu yolculukta öğrendim ki bu hayatta herşey ne kadar da göreceliymiş. Emniyet kemerinin tokası ağıza alınabilirmiş, öndeki kel amcanın kafasına illa dokunmak isteyen kızı zaptedemezsen bu o kadar da kötü bir hareket gibi gelmeyebilirmiş, hazır kek çocuğu 5 dakika oyalayabiliyorsa muhteşem bir yemekmiş:) Ama yemek için değil! O bir dilim hazır kek ezile mıncıklana meğerse bir annenin tüm pantolonunu, bir Defne’nin kulağının içi dahil kafasının her yerini, 3 koltuğun her santimetrekaresini kaplayabilirmiş! O halimizi gören hostes “Aaa Defne keki yerken savaş mı çıktı?” diye hala gülerek konuşup, bize insanlıktan çıkmışız gibi davranmadı ya ciddi bir duygu-öfke kontrolü dersi aldıklarına bir kere daha inandım valla!

Sonuç? Bebekle uçağa binilebilirmiş. Seyahete gidilebilirmiş. Bebekler gezmeyi severmiş. Amaaa, eğer ki o bebek Defne kadar yerinde duramayan bir bebekse, uyku konusunda kafa doğduğundan beri hep bir karışıksa, baba da bu seyahatte olsa iyi olurmuş. Zira insan arada gönül rahatlığıyla çemkirecek birini arıyormuş!