Cangama Reloaded!

Oh beee! Sonunda! Geri döndüm. Anlatacak onca şey varken, sus pus oturmaktan dilim şişti valla.

 

Artık üstün başarımı, milyorlarca takipçimle ilişkimi mi kıskandı, bir “selebriti” olup, Defne’nin elinden tutup, Doğa’yı şöyle Victoria Beckham gibi yandan belime oturtup, güneş gözlüğümle “cool” pozlar vereceğim, herkes bana hasta olacak, kendisine bakmayacak diye mi bozuldu, işteki performansım blogumla olan sıcak ilişkimden düşer diye mi taş koydu bilmiyorum ama kocam olacak sitemi sabote etti! Taaaa 8 ay önce. Her gün söylendim, laf soktum, dırdır ettim, haberi olmadan yastığını taş gibi sert yastıkla değiştirdim, bir gün brokoli, ertesi gün karnıbahar, öbürgün lahana pişirdim, ayakkabısına bilye, koltuğunun altına taş koydum, pantolonunu yüksek ısıda yıkadım, çorapları yanlış eşlerle birleştirip gizlice dolabına koydum, adam sarardı soldu, saçı beyazladı, kanı çekildi, psikolojisi bozuldu da bana mısın demedi. Düzeltmedi sitemi. Ne azimmiş arkadaş?! Niye kendin düzeltmedin diye sorma! Bu kadar şan, şöhret, komiklik, güzellik üzerine, kafam da o kadar çalışsa, hakkaten Victoria Beckham, ya da temizinden bir Jessica Alba olur, Güney yerine David’le evlenir, bebelerimi de Los Angeles sahillerinde gezdirir, tatile de 4 bakıcıyla giderdim. Güney’in şirketinde mimar olacağıma, tasarımcı olur, kendi defilemin sonunda, sağa sola soğuk gülücükler atardım.

 

Neyse ne.

Döndüm mü, döndüm.

Çenem açıldı  mı, açıldı.

Zafer benim mi, benim.

“8 aylık” konuşmam lazım şimdi. Kaldıramam diyen, canını seven şimdiden kaçsın.

Kendine güvenen de versin gazı, özledik desin, sensiz olmadı desin, seviyoruz desin.

 

Ha bu arada, Doğa mı kim?

Ohooooo, duymayan kaldı mı ki?

Defne iki buçuk!

defneikibucuk

İki buçuk dediğin bildiğin “küçük insan”!

Herşeyi kendi seçen… Herşeye kendi karar veren… Herşeye bir lafı olan…

Ayyy ne güzel falan deme. Benim hayalim daha uzuuuun yıllar, oyuncak bebek gibi istediğimi giydirip, saçını başını istediğim gibi tarayıp, her dediğime bebek bebek evet anne, tamam anne diyecek bir çocuktu! Noldu? Yalan oldu.

 

Şöyle bir yaşını geçip de yürüyene kadar, boy zaten bir karış, bacaklar patates, etek giydirsen birşeye benzemez, elbise giydirsen, gıdının altında bir kumaş yığını. Saç desen zaten yok. Üç adet tel, 1 cm boy. Evet anne, tamam anne diyecek konuşma nerdeee? Agu dedi, mama dedi diye üç gün göbek atıyorduk. Tam yürüdü, boy uzadı, bacaklar patatesten sosise döndü, saç desen sırma değilse de bir potansiyel barındırıyor dedim, geldi mi 2 yaş tavırları?

 

Pantolonu, tshirtü geçtim, giyeceği çorabı bile kendi karar vermediği zaman baş parmağının ucundan geçirtmeyen bir insan. Taytın rengi, kazağa uymadı diye beğenmeyen! Ulan uymaktan kastı da kazak pempeyse tayt da pembe olacak, kırmızıysa toplu kırmızı. Şöyle vişne reçeli kavanozuna batmış da çıkmış gibi. Senin anan mimarlıkta kaç sene dirsek çürüttü, üniversitede hocama, pembeyle pembe bir arada iyi durur, çünkü çok güzel olur desem, sence “güzel” ne demek, “güzel” diye bir şey var mıdır, “güzel” göreceli midir, senin güzelin benim de güzelim midir,  diye diye hayata küstürür, üstüne de pembe kustururlardı, diye anlatıyorum. Dinleyip dinleyip, “sen küçük mimarsın, ben çot büyüüüük mimar olcam” diye cevabı yapıştırıyor. Demek ondanmış be, küçük mimar olduğumdan kafam temel tasarıma bir türlü basmamış da, okulu uzattığım gibi, son sınıfa kadar hocalarımdan bir çift güzel laf duymamışım. Sınıftaki geri kalan 59 kişi gibi. Jüriye pembe üstü pembeyle gitmeyi bileydim. Nerdeeee?

 

Saç desen ayrı bir olay. Hiç bağlatmadığı saçlarını, gözüne girmesin diye anneannesi kahkül kesmişti bayramda. Uzayan kahkülleri kuaförde kestirmeye karar verince, kızımla ilgili herşeyi ben yaparım romantikliğindeki Güney, ben keserim diye çıktı ortalara da, hem kaşının 3 parmak üstünden hem yamuk cart diye kesti. Ama yalan yok çok “Amelie” oldu çocuğum. Şimdi saç kuş kadar kaldı ya, 3 aydır toka değmeyen kafaya, her sabah bir avuç toka seçiyor, bir de üstüne “saçımı konik yap!” buyuruyor. Ah be evladım, baban koniğin önde gideni yaptı da, aşk senin gözüne kör ettiğinden, aynaya bakıp bakıp, saçım çot düzel oldu, babam kesti diye seviniyorsun. Demiyorum tabi. Eşek sıpası da olsa, benim kızım, kıyamıyorum.

 

Dil desen pabuç.

Adam neden korna çaldı anne?

Çünkü öndeki araba hata yaptı.

Öndeki araba neden hata yaptı da, adam korna çaldı anne?

Çünkü dikkatsiz davrandı.

Öndeki araba neden dikkatsiz davrandı hata yaptı da, adam korna çaldı anne?

Çünkü arabanın içinde senin gibi durmadan konuşan bir çocuk varmış.

Öndeki arabanın içinde neden çok konuşan bir çocuk var da, adam dikkatsiz davranıp hata yaptı da, adam da korna çaldı anne?

 

Durum böyle. Yalanım varsa…

 

Ama hani bir gülüyor da dünya duruyor ya, yok artık bu beni kesmiyor. Madem bu kadar kapris, naz çekiyorum, daha somut örnekler istiyorum!

Neyseki işini biliyor kerata!

 

Anne seni bulut kadar seviyom, babamı da hayuz kadar.

Nöey?

Dedim ya seni bulut kadar, babamı da hayuz kadar seviyom.

Nerden çıktı şimdi bu?

Hani demiştin ya, ben seni gökyüzü kadar seviyom, baban da denizler kadar seviyo diye, ben de bulutla hayuz kadar seviyom!

 

Aferin çocuum bana bunlarla gel!

 

 

Anlatmasam çatlardım!

Defne kendi kendine şarkı söyler:

Mamur yağiyöööö

Seller akiyöööö

Abla kııızııı

Camdan bakiyöööö

Ve birden durur ve heyecanla bana döner:

Anne bu şarkıdaki kızın adı “Abla”ymış biliyo musun?

 

Baba anneye bir iyilik yapmıştır. Anne de babasına teşekkür için “gel öpeyim” der. Baba olacak adi insan ‘Ne yani, ben kuru kuru öpücükle yetinmem!” deyince, olaya seyirci Defne, konuya noktayı koyar.

Baba, kuru kuru öp, ıslak öpme, güzel olmaz.

 

Doğduğundan beri niyeyse uykuyu hiç ama hiç sevmeyen, her akşam uyumayacağım diye tutturan Defne’ye, güya pek akıllı(!) ana-babası, bir akşam der ki, tamam uyumayacağız, sadece dinleneceğiz. Bu fikir Defne’nin aklına yatar. Ve uyur. Ertesi akşam yatakta:

Anne ben uyumıcam da dinlenmicem de.

Peki der annesi. Sadece güneşi bekleyelim. Yine ikna olur. Uyur.

Ertesi akşam yatakta:

Anne ben uyumıcam da, dinlenmicem de, güneşi de beklemicem, uzanmıcam da, yatmıcam da, gözümü de kapatmıcam, hiçbişi bapmıcam!

Uyur mu? Uyumaz.

 

Anne, telefonla Başak’ı bir yere çağırır.. Defne de yanındadır. Başak On Kasım töreni için okula gittiğini söyler. Anne de ‘Aaa tabi ya, okuldasın şimdi, düşünemedim.’ der. Defne arkadan kıs kıs güler.

Bajak okula hiç gider mi yaa? Hiç öyle olur mu yaaa? Çocuklar okula gider. O büyük yaaa!

 

Annesi Defne’yi okuldan alır. Arkada koltuğunda oturan Defne bır bır bır konuşmaktadır. Yol gürültüsü ve göz temassız iletişim yüzünden anne konuya tam hakim olamamaktadır. Defne der ki:

Anne biz bügün okulda dego baptık.

Ne yaptınız?

Deeee-go.

Ne?!!

Degooo anne degoooo!

Haaa lego mu?

Eyeet. Ben anastör baptım.

Nöeeeey yaptın?

Aaaa-naas-tööör.

Ne?

Anastör.

O ne?

(Az önceki kendinden emin ses, biraz tereddüt eder.)

Asantör?

(Kendine güveni giderek azalır.)

Anassör?

Asansör olabilir mi?

Eyeeeeeettttt anne bildin!

 

Defne artık 2.5 olmanın sevinci içindedir. Herkese hava atarak ben iki buçuk oldum, büyüdüm der. Sınıfındaki Damla ise daha yeni iki olmuştur. Damla’ya o daha küçük, bilemiyor, okulda ağlıyor, ben ona söylüyorum, ağlama okulda aynacağız, sonra annelerimiz gelecek diye akıl veren Defne, bu sabah o pek küçük bulduğu Damla’nın artık iki olduğunu gerçeğini bir daha farkeder.

Anne, hani ben ikiydim de şimdi iki buçuk oldum ya.

Evet Defne.

Ama ben çüçük iki diildim. Bebekken de iki değildim. Damla çüçük iki, ben büyük ikiydim.

 

kurabiye

Defne annesine durduk yerde sorar.

Anne biz neden pastaneye gidip, turabiye yemiyos? Ben yanında kahve içerim, sen ne içersin?

Anne şoka girer. Yine de giderler. Gelen garsona Defne sipariş verir:

Biz turabiye yiycez, bi de kahve içcez. Ben sıcak içebiliyom ama bana uygun sıcak içebiliyom. Bana uygun bapar mısın?

 

 

 

 

İşler Güçler

Şimdi ben çok işim vardı, çok çalıştım, fuara koştum, proje yaptım, yurtdışına gittim, teklif verdim, bir türlü vakit bulamadım,  buralara iki satır yazamadım diyeceğim, sen de içinden ohhhh madem o kadar çok çalışıyorsun, o zaman paraları çuvallara dolduruyorsun,  bir ara buluşalım da, sen de eşek değilsen aç çuvalın ağzını, paraları çıtır çıtır yiyelim diyeceksin. Ah be güzelim nerdeee? Bizimkisi kişisel tahmin.

Eveeet, bu girizgahı niye yaptım? Madem parayı çuvala doldurmuyorsun, neymiş bu motivasyonu sağlayan kişisel tatmin diye sor sen, sor ki ben de totom tavana değerek diyeyim ki, hohooo, yurtdışına fuara, ülkemizi temsilen Türkiye delegasyonu olarak gittik, aman bir ikramlar, bir ağırlamalar. Hayır zaten topu topu 6 kişi davet etmişler, dördü bizim en az iki kat yaşımızda. Öyle de havalıyız! Dört yıl öncesine kadar hayalim, apartmana kapıcı olmak, bütün gün kapının önünde oturup, çekirdek çitleyip, gelen geçen kızlara, yok totosu büyük, yok boyu kısa, yok şu 3. kattaki oğlan da bunda ne buluyorsa diye dedikodu yapmaktı. Dört sene önce Yaşamkent’e taşınınca “banliyö” hayatımız gereği, kapının önünden pek kimse geçmez oldu. Sucuyla, kargocuyu da çekiştir çekiştir nereye kadar. Tam da o aralar, mahallemizin 60 yaşındaki kadın muhtarından ikametgah almak için 1.5 saat bekleyip, bilgisayarda harflere tek tek basışını, o arada Güney’le tanıştığımız güne inecek kadar derin muhabbetimizi görünce, ulan bu kadın bile yapıyorsa, ben alasını yaparım, bilgisayarı da on parmak kullanırım, millet hizmet görsün diye hedef büyütüp mahallenin ‘genç kadın muhtar’ ı olmaya karar verdim. Dört yıldır, hedefime ulaşmak için gizliden gizliye çalışmaya başladım. Her komşuya kadını kötüleyip, ahhh ahhh kadınların muhtar olması pek güzel ama bir de bizim gençler olaya el atsa diye kulaklarına kar suyu kaçırdım. Bir ara Güney dürttü beni, hani o kadar  okudun, master yaptın, biraz mimarlıkla ilgili hayaller kursan diye. Ayağımın dış tarafıyla tepeledim. Onu da, hayallerini de.

Ama bu delegasyon hikayesi beni gaza getirdi. Tam totom yere inmemişken, bizim kapı, pencere işleri için Ankara’da Yapı Fuarı’na katıldık. Fuar dediğin ilginç şey. Sana dört duvar, yer beton veriyorlar. Sen üç dört gün gece gündüz deli gibi çalışıp, ustalarla aynı işi yapıp, günde üç öğün kıymalı pide yiyip, ulan banyo yapmak diye birşey vardı, nasıl da lüks, nasıl da arındırıcı birşeydi diye geziyorsun. Dört günün sonunda banyoyu yapıp, en pahalısından fönü çektirip, tırnaklara kırmızı ojeyi basıp, topukluları çekip, tıkkıdı tıkkıdı gidiyorsun fuar alanına mini eteğinle.  Neyseki diğer standlardaki insanlar iş dünyasının kibar mı kibar insanları da biri de çıkıp da ‘Anaaa sen dünkü amale değil misin? Bir İstanbul Masalı’nın Esması gibi bir gecede şekil değiştirmişsin’ demiyor. Sadece arkandan dedikodu yapıyor. Fuar standını, stand firmalarına yaptıranlar bizim gibi değil tabi. Ama her işini kendi yapma meraklısı bizim gibi manyaklar için olay bu.

stand

Tamam için şişmiş olabilir ama, sakın okumayı bırakma. Bak en heyecanlı yerine geldik. Fuarın ikinci gününde, akşamüzeri 4 olmuşken saat, benim prensesliğim buraya kadarmış arkadaş diye, topukluları çıkarmaya niyet ettiğim anda, elinde ödülümüzle fuar yetkilileri geldi! Müthiş zamanlama! Zaten boy 1,60, topukluyla ola ola 1,70 olmuş, onu da çıkaraydım, fotoğraflarda, havalı fuar yetkilisi kadınların arasında yer elması gibi poz verecektim! Aldık en iyi stand tasarımı ödülümüzü, ne amelelik kaldı, ne birşey! Aynı topukluluyla o akşam yemeğe bile gittim de, kıymalı pide değil, ahtapot yedim!

İyi mi oldu? Yok. Zira fena hedef büyüttüm. Zengin olamayabilirim ama yakın zamanda ‘Genç İşadamları Derneği’ nin genç kadın başkanı olacağıma inancım tam. 3-5 seneye de Galatasaray’ın asbaşkanı oldum mu, başbakanlığa kaldı bir adım! Derneğe bir üye oldum mu, bir de orası şehrin taa öbür ucunda diye gitmeye üşenmedim mi, seneye başkan benim, haberin ola. Tüm günü topukluyla geçirme çalışmasına şimdi başlarsam da, seneye Ukraynalı hemcinslerimle topukluyla koşma yarışmasına bile katılırım! O kadar söylüyorum.

Sen üstün(!!!) başarılara imza atarken, kızı naptın diye sorarsan, pek iyi yaptım. Kah ananesi baktı, kah babaannesi. Ohhh pek rahattım. Akşam gel eve, giyinmiş süslenmiş, kız okuldan alınmış, karnı doyurulmuş, masada yemek hazır, doyur karnını, kızla biraz oyna, kudur, hoop uykuya.  Çocuk da yaparım, kariyer de yalanmış oolum! Biri çocuğuma bakarsa, hedefim başbakanlık. Yok başbakan sen olacaksan, ben paşa paşa evimde çocuğumu büyüteceğim. Aman zaten verdin el kadar çocuğu da tam gün okula, bir de çocuk bakıyorum diye hava atıyor diyorsan arkamdan, pek yakında o ‘verdin’ kısmı anılarımla bunaltacağım seni!

 

Defne 29 aylık!

29ay

Defne’nin okula başlama süreci, arada bir hafta azıcık gezmeyle karışık, aslında iş için İtalya seyahati, maaile geçirilen bir bayram… Anlatacak çok şey vardı. Var. Heves yok. Yoktu. Okula gitmeyeceğim krizleri devam ederken, bizim aylar öncesinden belli olan İtalya seyahatine gitme zorunluluğu, Defne’nin dönüşte bu bir haftanın acısını fena çıkarması  falan derken, zamansızlık, keyifsizlik.

Falan filan neyse işte…

Döndüm sonunda.

Bu arada Defne 29 aylık oldu.

On beş gün öncesine kadar “Ayyy ne krizi, ne sendromu, denmez öyle 2 yaş krizi falan, ne o öyle hastalık gibi. Çocuğumuz büyüyor, kişiliği gelişirken, bazı şeylere net tavırlar koyması normal, bu süreçte biz de gelişiminee destek vereceğiz. Hasta değil çocuğumuz, sadece büyüyor.” culardandım. Ya da öyle olmaya çalışıyordum. Şimdi doğal ebeveynlik moda, kitaplar, psikolojik yaklaşımlar falan hikaye oldu ya, ben de eksik mi kalacaktım, dışarıda mı yere mi attı kendini, “çüş artık, daha neler, alsana çocuğunu yerden, hem de öyle bağırtarak ağlatılmaz çocuk”cu teyzelere inat, ağla evladım, içini dök, geçince gelirsin, sarılırız, büyüyorsun bunlar çok normal diyordum. Dışarı donla mı çıkmak istiyor, tabi çocuğum kendi seçimin, 5 derece sıcaklıkta donla sokağa çıkmayı seçebilirsin, sonunda toton donar, ama sen seçiminin sonucunu deneyimlersin ve böylece öğrenirsin diyordum. Yok be tabi ki atıyorum, kızıyordum, sinirleniyordum, bağırıyordum ama en azından cinnet geçirmiyordum!

Tam iki hafta önce anladım ki evet bu iki yaş krizi, iki yaş sendromu! Evet bu hastalık değil, bu direk delilik!

Bugüne kadar gördüğüm inat, inat değilmiş. 2 yaşında bir velet, bile isteye, insanın gözüne baka baka onu delirtmek isteyebilir ve bundan keyif alabilirmiş!

 

Giyinmem krizi. 1.5 saat.

Nü şekilde TV seyretmenin keyfi başka nerede olabilir?

 

Banyo yapmam krizi. 1 saat.

Bir hafta banyo yapmazsam saçlarım harika  şekil alıyormuş. 

 

Banyodan çıkmam krizi. Yarım saat.

Madem girmem bir hafta sürdü, çıkmam 15 dakika sürecek değil ya!

 

Toka takmam krizi. 1 saat.

Yemek yerken saçım içine girmezse, sulu boya yaparken saçlarım da boyanmazsa, oyun hamuru kafamın derinliklerine işlemezse, banyodan saatlerce çıkmamamın ne anlamı kalır ki?!

 

Uyumam krizi.

Zamanla ölçülemez!

 

15 günlük yoğun programdan sonra, haftasonu itibariyle yavaşlatılmış programa geçti neyse ki. Bünye günde 6 saatlik kriz kotasına alışınca, daha azıyla yetinemiyor valla. Yatakta 2 saatlik bezdirmek suretiyle uyutma programı, 45 dakikaya düşünce, bir kurtlanıyorum da kızı dürtüp uyandırasım geliyor, nooolduu, bugün erken bayıldın diye.

İki yaş krizi 2 ila 3 yaş arası seyredecekse, ilk altı ayı hafif geçirdik ya, onun keyfindeyim şimdi.

Ay kriz demek yoktu ama. Büyüyor çocuğum. Anasını delirtmezse, babasını zıvanadan çıkartmazsa, donla dışarı çıkmazsa, paltoyla yatağa girmezse nasıl öğrenecek sınırlarını.

Sen böğürerek ağla aşkım, ben yanında mal gibi beklerim, sarılmak istiyor musun diye sorarım, daha çok böğürürsen, tamam, anladım, şimdi sarılmak istemiyorsun, sen isteyene kadar yanında sessizce bekleyeceğim, ağlayıp açılınca gelirsin, ben de sana sürekli “tüm manyaklığına rağmen” demeden, seni seviyorum derim. Orada otururken de papatyadan fal bakarım sakince. Camdan tek başına atlamak, camdan seni yanıma alıp atlamak, camdan ailecek atlamak,  camdan tek başına atlamak, camdan seni yanıma alıp atlamak, camdan ailecek atlamak… Yok canııım olur mu öyle şey, ruh hastası mıyım ben? Büyüyorum sadece, benim de kişiliğim gelişiyor.

Ayy anlattım anlattım da rahatladım valla. Bugün hiiiç camdan atlayasım kalmadı. Hem 9 gün tatilden sonra, okula da ağlamadan hatta isteyerek gitti ya, keyfim çok yerinde aslında oolum! Ama söylenmek de anneliğin şanından. Söylenmeyeceksem niye doğurdum?!

Bundan sonra gelsin okul yazıları!

 

 

 

 

 

Okullanmalı mı?

Defne okula başladı.

Ve ben ne kadar manyak olduğumu bir kere daha anladım.

 

İlk gün…

Arabada Defne’yle güle oynaya gidiyoruz. O kadar hazır ki, “okul”a gitmeye. Aylardır o anı beklemiş, hergün okula gitmek istiyorum diye uyanmış.

Kapıya geliyoruz, öğretmenle giriveriyor içeri. Arkasına bile bakmadan. Hoşçakal demeden. Suratıma kapıyı kapıyorlar. Öylece kalıyorum. Ama içimde de bir sevinç. Bu kadar mıymış diye. Bir saat sonra almaya gidiyorum. Herşey güllük gülistanlık.

 

Ertesi gün…

Yine mutlu mutlu gidiyoruz okula. Bıcır bıcır anlatıyor.

Biz davul çalıyoruz. Otobüs boyuyoruz. Abla müzik açıyor, biz dans ediyoruz.

Yine kapıda dönüp arkasını gidiyor. İçim buruk gibi sanki. Bu kadar kolay mı diyorum. Sonra müdürün ilk görüşmeye gittiğimizde, kimi ilk gün ağlar bağırır, kimi rahat rahat gelir, bir hafta sonra ağlamalar başlar dediği geliyor aklıma. Geldiği gibi kovalıyorum.

Araya haftasonu giriyor.

 

Pazartesi… 3. gün…

Bu defa uyuyacak da okulda. İşte bundan çok korkuyorum. Defne doğduğu günden beri uykuyu sevmeyen bir çocuk.

Ama çocuklar şaşırtır. Şaşırtır değil mi diyor iç sesim.

Yine rahat rahat gidiyor.

Uykudan sonra almaya gidiyorum. Onbeş dakika geç uyudu ama uyudu diyorlar.

Derin ama çok derin bir ohhh çekiyorum.

 

Salı… 4. gün…

“Gitmek istemiyorum”lar başlıyor.

Ben ağlıyorum orada.

Neden ağlıyorsun birtanem?

Bir çocuk ağlıyor, annemi istiyorum diye, ben de ağlıyorum.

Ama siz artık büyüdüğünüz için, iyi vakit geçirmek, oyun oynamak için gidiyorsunuz okula. Arkadaşına da öyle söyle bence.

 

Çarşamba… 5. gün…

Sabah “gitmek istemiyorum” krizi. Okul kapısında ağlayarak bırakıyorum. İçim yanıyor. Yanlış mı yapıyorum soruları. Deli deli dönüyor kafada…

5 dakika sonra müdür haber veriyor. Merak etmeyin, okula girince ağlamıyor diye.

Almaya gidiyorum. Önce hevesle geliyor.

Arabada dönene kadar…

Ama ben ağlıyorum. Biz arkadaşlarla ağlıyoruz. Ben uyumuyorum, annemi istiyorum diye ağlıyorum…

Elimdeki kağıt, uyudu diyor. Öğretmenleri, uyudu diyor.

 

Araya hastalık giriyor, haftasonu giriyor. Bugün yine okul yolu. Yine sızlanmalar. yine kapıda ağlamalar.

Kameradan bakıyorum. Ağlamıyor şimdi.

Ama aklımda binbir soru.

Yanlış mı?

Erken mi?

Doğru okul mu?

Mutsuz mu?

Bu okul diyor ki, taa en baştan beri, çok ciddi bir sıkıntı yoksa, veliyi içeri almıyoruz. Hem alışma süreci için, hem burasının “onlar”a ait olduğunu benimsemeleri için… Almaya gidince bile kapıda bekletiyorlar. Ayakkabasını kendi giysin, montunu kendi giysin, biz “deli” anneler müdahale etmeyelim, sabırsız davranmayalım diye.

Uzun vadede bu okul iyi olacak, öyle hissediyorum, biliyorum. Niye bu “okul” onu da anlatacağım. Herşey netleşince kafamda.

Ama şimdi… Acaba diyorum, içeri ben de girsem farklı mı olur?

Hiç “sen de gel” demiyor aslında. Orası çocuklar için diyor.

 

Beni götürme.

İşte bunu duyup da götürmek koyuyor bana.

Ve biliyorum ki, Defne de dahil, birsürü çocuk, annesi 30 gün orada otursa, 31. gün ayrılsa, yine kızacak. Örneklerini de duyuyorum.

 

Bir işaret.

Bir ses.

Dese ki, doğru yoldasınız. Sadece zaman. Herşey iyi olacak. Ama 1 hafta sonra. Ama 1 ay sonra.

Ve O mutlu.

İşte ihtiyacım olan.