Ne, bit pazarına nur mu yağmış?!

Herşey eski fotoğraf filmleri 36’lık mıydı, yoksa 34’lük müydü diye kafaya takıp deli olmamla başladı. Bolu-Ankara arası yoldayız. Defne bir güzellik yapmış, uyumuş. O güzelliğe saygımızdan, e tabi bir de uyanırsa yaşayacağımız cazırtıya duyduğumuz korkudan, sessizce yolculuk etmekteyiz. Pek tabi ki ben arkada Defne’yle oturuyorum ve gürültü etmeyeyim diye Güney’e de soramıyorum. Onun hafızası zaten 3 saatle sınırlı olduğundan -3 gün değil, evet, 3 saat- ve unuttuğu şeylerin yerine yenisini uydurup, kendi uydurduğuna sonuna kadar inanıp, başkalarını da ikna ettiğinden -her sene 4 Eylül’de mi evlendik, 6 Eylül’de mi manyaklığı yaşıyorum onun yüzünden! Neyse ki 2 Eylül’de evlendik:)- sorsam da birşey farketmez zaten. Film 36’lık mıydı, 34’lük müydü, yoksa 4 ‘le biten 24’lük olan mıydı derken, kendimi ağır ağır, ağır bir nostaljinin kucağında buluyorum. Hayır, dışarıda karla kaplı, çam ağaçlarıyla dolu, muhteşem manzara vermedi bana fotoğraf ilhamını. Yaşlı mıyım ben, manzara fotoğrafı çekip, çektiğimden de “Şu ağaçları fotoğrafa aldım da, bunları alamadım.” diye bahsedeyim. 27’yim ben, 27! 28 de olmayacağım. Çift sayı sevmiyorum. Hem mimarım ben. Çeksem çeksem, garip bir açıdan mekan fotoğrafı çeker, ya da detay çekiyorum diye birşeyin dibine girip, ne idüğü belirsiz fotoğraf çeker, üstüne bir de photoshop’ı basar, sonra da sanatçı ruhuma kadeh kaldırırım. Siyah-beyaz sanat galerisinde. Üstüne bir de anneyim. Milyon tane Defne fotoğrafı çekerim. Orada “quality”* değil, “quantity”* konuşur. Zira bebek fotoğrafı çekmek hiç kolay değildir, ekip çalışması gerektirir. Animasyon yapıp, dikkatini çekecekler, oraya buraya kaçarsa, kapıp geri getirecekler, ağzından akan salyayı silecekler, çıkarttığı şapkayı milyon kere geri takacaklar. E bu ekip çalışması da parayla değil, gönüllülük esasına dayalı olduğundan, ekip pek toplanamaz. Ondan sonra Iphone’da elli poz aynı dilim karpuzu yerken, yirmi poz topa ayağıyla vururken. E hem benim çocuuumun her hali güzeeeell!

Beni bu Iphone bozdu zaten. Ya da dijital fotoğraf makineleri. O karlı çamlara bakıp, ağır nostaljiye sürüklenirken çocukluğumu düşündüm. Bebekken çekilmiş sadece iki fotoğrafım olduğunu. Ve o yüzden nasıl da değerli olduğunu. Annemin nasıl özenle sakladığını. 7-8 yaşlarına gelene kadar da sayılı ama “çok özel” fotoğraflarımın olduğunu. Ve aile içinde,dayılar, teyzeler, dedeler, büyükanneler, bir fotoğraftan bahsedilirken, mesela Tuba’nın saçları 10 yaşına kadar nasıl da sarıydı dediklerinde, herkes, hemen arkasından hani şu Uludağ’daki fotoğrafı var ya, hani kaydırağın tepesindeki, orada da sapsarı diye eklerdi. O zaman az fotoğraf, çok hikaye vardı. Ve evet, o zamanlar saçlarım sarıydı!

Babamın bir fotoğraf makinesi vardı. Gözünden bile sakınırdı. Sadece özel günlerde, özel anlarda ortaya çıkan. Bozduk onu ablamla. Yenisi için birkaç yıl ve bir kaç maaş bekledi babam. Canım babam.

Ve ben ilk vesikalık fotoğrafımı, bu kadar özel olduğu için, tüm hikayesiyle hatırlarım. Arkası olmayan bir tabureye oturup, arkama yaslandığım için düşüp deli gibi ağladığımı, o yüzden ilk vesikalığımda gözünde boncuk boncuk yaşlar olan minik bir kız olduğumu, üzerime giydiğim çizgili tişörtümü. Ağlamayayım diye kuş çıkacak diye kandırmışlar beni. Bir hafta her gün babama o kuşu sormuşum. Daha gelmedi mi diye. Evet safmışım biraz.

Sonra hatırladım. 24’lük olanlar daha eskidendi. Yenileri 36’lıktı. Filmler pahalıydı. Bastırmak daha pahalı. O yüzden fotoğraflanmaya “değer” anlar fotoğraflanırdı. 36’lık film bitsin diye aylarca beklenirdi. Bitince baskıdan gelen fotoğraflar heyecanla beklenirdi. Hem yeni gelecek fotoğrafların heyecanı, hem de ablamla babamdan gizli çektiğimiz saçma sapan fotoğrafları annemle babam görünce yiyeceğimiz paparanın heyecanı. Şimdiki gibi ayağımızı falan çekip koysak, sadece paparayı değil, totomuza terliği de yerdik muhtemelen.

İlk fotoğraf makinemi canım babam aldı. Mimarlığı kazanınca, 1. sınıftayken. Yine bir kaç maaşına bedel. Almanya’dan getirtmişti. Canon Eos 50 E . Hayatımın en güzel fotoğraflarını onunla çektim. Ve ben kendimi ilk o zaman mimar gibi hissettim.

Sonra arada kompakt dijital bir makinem, sonunda da Nikon D300’üm oldu. Ve bir Iphone. Yüzlerce, hatta binlerce fotoğraf çektim, çekiyorum. Ayaklarımı çekip Instagram’a koyuyorum. Evet! Bunu yapıyorum. Ama 36’lık filmin heyecanını duymuyorum.

Hiç öyle “geçmiş” çi bir insan değilim. Günü yaşamayı severim. Geleceği merak ederim. Bit pazarına nur yağmaz benim için. Ama işte o Bolu yolunda… Hep o karlı ağaçlar bozdu beni. Canon’umu çıkarmaya karar verdim ortalara. Bir 36’lık takacağım içine. Özel şeyler çekeceğim. Özenle…

Şimdi Iphone’umdaki bin küsür fotoğrafı silmeye gidiyorum. Tabi bilgisayarıma aktardıktan sonra:) O kadar da hislenmedim. İki karlı ağaç gördük diye “zamane gençliği”mizi inkar edecek değiliz. Hem yaz yine gelir, yine herkes ayağının fotoğrafını koyar, ben eksik mi kalayım. Pedikürlü, ojeli, arkada deniz manzaralı ayak her zaman denk gelmez, geçen seneki fotoğraf hayat kurtarır:)

 

8 Responses to “ “Ne, bit pazarına nur mu yağmış?!”

  1. Mizyal yumru dedi ki:

    Sen yeni 36liklari tab a gonderirken kayinconun hala biriktirdigi filmleride gonderir misin? Malum biz dijitale gecemiyoruz ve ben yaslanmadan! Gormek istiyorum! İsin kotusu dugunde de onunla cok foto cektiler..ne dersin? Bu yil gorur muyuz?

    • tuba dedi ki:

      Hayır göremezsin Mizot üzgünüm, zira ben evleneli yedi yıl oldu, bizi de onunla çekmişti, hala göremedim! Hem o slayt çekiyor bir de, onları yaptırsa da bir de perde kuracak, yansıtacak da göreceğiz! Fırat’ı 11 senedir tanıyıyorum, daha bir kere slaytları gördüm, onlarda da 20 yaşında falandım:)

  2. nesteren dedi ki:

    Aah ne şanslısın. Ne güzel bir hediye almış baban.
    Bizim de bir minoltamız vardı.
    Bende şimdi. Kolleksiyonuma kattım.
    Bir de dede yadigarı var Alman malı.
    babamla yaşıt.
    Biliyorsundur çok seviyorum analog fotoğraf çekmeyi.
    Cidden cidden çok değerli geliyor bana da.
    Canımm çok seviyordum da şimdi daha da katmerlendi sevgim 🙂

    • tuba dedi ki:

      Bilmez miyim senin analog sevgini… Daha Alis hiç ortalarda yokken, o fotoğraflar için sevmiştim ben seni:) Kafaya koydum, alacağım eski makinamı elime, almazsam dürtün beni, yetmezse arkamdan terlik de fırlatabilirsin:)

  3. Bana da babam kendi fotoğraf makinasını vermişti üniversiteyi kazandığımda. O kıçı kırık Nikon’u çok severdim ama bazen beni sinir ederdi. Mesela okulla çıktığımız Türkiye turnesinde, özene bezene çektiğim 36 adet fotoğraftan sadece bir tanesi çıkmıştı. O da elimde makinayı tutarken yanlışlıkla çektiğim ayakkabımın topuğu! Bak o zaman instagram olsa paylaşırdım, bir sürü de like alırdım 🙂

    • tuba dedi ki:

      Offf bak çam ağaçlarından romantizm yaptım, o kısımlarını hiç hatırlamadım! 🙂 Aylarca bekleyip, bir dizi yanık fotoğrafımız olurdu… O fotoğrafı bul Görkem, bak bir de hikayesi varmış, patlama yapardı İG’de patlama! 🙂

  4. my little world dedi ki:

    çok güzel anlatmışsın yine Tubacım.
    benim fotoğraflarla fotoğraf makineleriyle öyle çok hisli anılarım yok ama yıllardır doğal sarışın olduğuma kimseleri inandıramıyordum, sonraları sorgulamaya başlamıştım acep gerçekten ben eskiden sarışın değil miydim bu çocukluk fotoğrafları fotomontaj mıydı diye.çok şükür böyle bir durumun gerçekten var olduğuna inandım yeniden sayende:) evet şimdi kara kaşlı kara gözlüyüz ama ‘bir zamanlar sarışındık,oh yeah!’

    • tuba dedi ki:

      O sarı saçlarım hala ensemde duruyor Nuraycım. Her kuaföre gittiğimde, saçlarımı kaldırıp o ensemdeki saçlarımı görünce “Aaaa siz deli misiniz, böyle sarı güzel saçlarınız var da, niye boyatıyorsunuz?” diye kızıyorlar. Bunlar kendi saçım, böyle koyuya döndü deyince de vah vah diye üzülüyorlar. Gururum yok mu benim?! 🙂

tuba için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir