Dün bir film izledim. Hayır, hayatım değişmedi.

Dün bir film izledim. Hayır, hayatım değişmedi. Ama kafam karıştı. Filmden değil. Düşündüklerimden.

Cloud Atlas – Bulut Atlası… Basında büyük yer bulan, her senenin Matrix gibi, Inception gibi olaylı bir filmi olur, acaba 2012’nin ki de bu mu diye merak uyandıran bir film. Farklı zaman dilimlerinde geçen ve paralel olarak anlatılan altı hikaye… Bazen yaşları, bazen cinsiyetleri ve her seferinde fiziksel özellikleri değişen aynı oyuncular… Azıcık bilim kurgu, biraz dram, geçmiş, gelecek. İyiydi, kötüydü, çok etkilendiğim yerleri de oldu, saçma bulduğum da. Filmin ana mesajı özetle “Elini taşın altına koy” denebilir belki, ya da ben öyle diyebilirim. Wachowski kardeşler, ya da Tom Tykwer  ne yapsa izlenir diyenler de var, çok eleştirenler, mesajını gözümüze fazla sokuyor diyenler de. Niyetim film eleştirmek değil- kaldı ki böyle bir yetim de yok. Niyetim tüm bu altı hikayenin içinden -filmin tüm mesajlarından bağımsız olarak- beni “Acaba bende yok mu?” diye düşündüren bir kavramdan bahsetmek: Tutku!

Belçika’daki savaşlar sırasında maddi açıdan istikrarsız bir hayat süren suskun bir besteci, Robert Frobisher. Hayatının bestesini yapmak için, hayatından bile vazgeçecek kadar “tutkulu”. O beste yapma anları, müzikle, müzik için delirme anları… Aklımı karıştırdı. Her böyle sahneyle karşılaştığımda olduğu gibi. O bestesi için, yemeden, içmeden, sevgiliden, zamandan, mekandan vazgeçerken ben düşündüm içimden hep. Benim böyle tutkuyla yaptığım bir şey var mı? Yok mu? Olmaması hayatı eksik mi yaşamak demek. Bir insana tutkudan bahsetmiyorum. Ölürcesine resim yapmaktan, delirerek müzik yapmaktan. Ya da illa sanat da olması gerekmez. Mesela lösemili çocuklara hayatını adamaktan. Ya da dünyanın herhangi bir yerindeki insanların hayatlarını değiştirmeye güç bulmaları için çaba sarfetmekten. Yok galiba dedim. İşimi düşündüm. Mimar olmasaydım, ölür müydüm, ben olmaz mıydım, yaşayamaz mıydım? İşimi çok sevsem de -bazen nefret de bu aşkın içinde- vazgeçilmez değil galiba. Bazen aramızda dalga konusu bile olsa belki sahnede olmak vazgeçilmez olabilirdi benim için. Tek başıma bağıra bağıra şarkı söylemek. Gözlerim kapalı. Ama hayal bile değil aslında. Doğuştan yeteneklere bağlı olduğu için. Ya da haftasonu ODTÜ’de Defne’yle mutlu mutlu gezerken gördüğümüz engelli kız için, Güney’le dayanamayıp gizli gizli döktüğümüz gözyaşlarından sonra -o da minik bir çocuk, Defne’den ne farkı var ki, onun annesi babası neler hissediyor ki, biz Defne’nin ateşinin çıkmasına dayanamazken- biz, bizden başkası için hiçbir şey yapmıyor muyuz acaba’ları sorgularken, eve dönüp unuttuğumuz için. Tutkuyla kalbimizden geçenlere, beynimizle de bağlanmadığımız için…

Eksik hissettim kendimi. Hayatta hiçbirşeyi, deli bir müzisyen gibi, bağlanmaya değer bul-a-madığım için. O cesaretim olmadığı için.

Robert Frobisher’ı Ben Whishaw oynuyordu. Hani Koku filminde oynayan. Belki kafamda hala o filmdeki tutkulu halleri olduğu için geri planda, etkiledi beni. Yoksa o dağınık saçları, o karizmatik tavırları falan değil. Bak valla değil Güney:)

İleride çocuğunu baleden, tenise, resimden, at binmeye taşıyan annelerden olmasam da, Defne’ye keşke bir şeye gönülden bağlanmanın tadını anlatabilsem. Ya da hadi kızım parktaki çöpleri toplayacağız, çevreci olacağız annelerinden olmasam da, sana mantıklı gelmeyen birşey varsa, onu değiştirecek gücün de var, büyük oyna diyebilsem. O istese, çok istese. Ve mutlu olsa. Çok mutlu. Kimbilir belki o bana anlatır.