Can Şenliği…

Eskiden, benim hatırladığım 80lerde, kimbilir belki benim bilmediğim öncesi de vardır, Almanya’ya çalışmaya giden anne-babalar çocuklarını anneanne-babaannelere bırakır giderdi. Bir düzen kurmak için… Kurunca çocuklarını yanlarına almak için… Ya da buradaki okullarından geri kalmasın diye. Anne-babalar çok çalışacakken ayak bağı olmasın diye… Ve benim o zamanki çocuk aklımla anlayamadığım nice sebepten… Çevremde çoktu böyle insanlar… Üzülürdüm… Kıyamazdım…

Derdi ki aile büyüklerim, amaaan pek iyi oldu, Ahmet ana-babasından ayrı kaldı ama seneye alırlar nasılsa yanlarına. Hem Nimet Hanım teyzeye de iyi oldu. Ahmet ona can şenliği oldu.

Anneannemin Kayserice deyişiyle can şinliği…

Anlamazdım can şenliği ne demek…

Başını dinleyecek koca koca anneanne-babaanneler ne diye çocuk bakacak?

Ahmet annesi babası olmadan, anneanne dedeyle ne yapacak?

Bugünlerde bazen “nefessiz” kalınca hep o deyim aklımda.

Çocuksuzken, hatta daha öncesi genç ve bir miktar havai ve akılsızken, aileye “fazla” yakın olmak, biraz “domestic” gelirdi bana. Türkçesi kezbanlık mı sanki? Böyle kendi ayaklarında üstünde duramayan, işi gücü olmayan, yeterince güçlü olmayan, doğurduğu çocuğa kendi bakamayanlara göreydi sanki maaile, amcalar, dayılar, teyzeler, aile büyükleri bir arada yaşamak. Ben çok “modern”, çok “şehirli” bir kadın olarak, muhteşem kariyerimin arasında biraz da çocuk yapacak, onlara da misler gibi tek başıma bakacaktım. Yaşadığım yer de New York falan olacaktı pek tabi. Olmadı İstanbul.

Kazın ayağı öyle değil.

Miş.

Düşünüyorum.

Biz şehirli, her haltı kendi çok iyi becerir zanneden anneler, çocuk büyütürken yalnızlıktan ölüyoruz.

Anne-babalarımız başka şehirlerde hasretten ölüyor.

Bambaşka şehirlerde büyük büyük anneannelerimiz-babaannelerimiz yavaş yavaş ölüyor. Yalnız.

3-5 sene önce hiç bilmesek de çocuk büyütmek 1 kişilik bir iş değil. 2 kişilik bile değil.

Keşke diyorum, şöyle eski konaklardaki gibi bir hayatımız olsa.

Bir avluya açılan evler.

Anneler, babalar…

Dedeler, nineler…

Herkesin kendi evi olsa ama o avluda herkes hayat bulsa.

Adı gibi “hayat” olsa gerçekten o avlu.

İsteyince herkes kabuğuna çekilse de, yemek saatlerinde birarada olsak gırgır, şamata…

Bizden azarı yiyince Defne, kaçıp o kapılardan birini çalsa…

Doğa’yı annemin evinde reçel kavanozunun dibinde bulsam…

Kaan teyze ödevime yarım etsene diye gelse.

Büyük anneanneler sırtını güneşe verip bebek pışpışlasa…

Büyük dedeler camiden gelirken, birer gofret getirse çocuklara.

Ve o bir gofretten mutlu olacak çocuklarımız olsa…

Can şenliği olsak birbirimize.

Biz yalnızlıktan ölmesek.

Onlar yalnız ölmese.

Belki deliririz hepimiz, o zaman da kalabalıktan nefes alamıyoruz deriz.

Bilmiyorum ki…

Düşünüyorum işte…

Doğa 10-11 aylık!

IMG_2039

Doğa 10’u pas geçip 11 oldu! Yok yav, o pas geçmedi de anası geçti galiba. “Sen bu çocuu eziyosun, ablasına sayfalarca methiye düzüyodun, buna Yarabbbi şükür” diyen başta annem olmak üzere tüm sevdiklerimi selamlıyor, önümüzdeki maçlara bakalım, lütfen stres yapmayalım, yaptırmayalım diyorum.

Defne’nin bu zamanlarında her iyi ya da kötü durumda, kitaplar, yorumlar, destek olmalar, köstek olmalar, illa bir gidişata müdahele ediyorduk. Müdahele ağır oldu belki ama illa olaya bir iştirakımız oluyordu. Vay kaç aylık oldu, yatağında mı uyuması gerek, yok 11 ay geçti, brokoli de yemesi gerek, ay sosyalleşmesi lazım, şuraya mı götürsek, aman niye emeklemedi çalıştırsak mı, dişi çıktı fırçalasak mı? Doğa’da yeni, zamane “modern” ebeveynlerinin yapması gerektiği gibi, sürece iştirak etmiyor, yalnızca O’nun büyümesine eşlik ediyoruz. Vayyys, ne havalıyız di mi be? Yalan yav. Küllüyen yalan. O, güle oynaya, ağlaya bağıra, düşe kalka, bazen sinirden saçımızı yoldurarak, bazen kahkahalar attırarak büyüyor. Biz de seyrediyoruz, herşeyi de bilerek yapıyormuş gibi hava atıyoruz. Üstüne bir de zamansızlık ve “tecrübeli!!!” ebeveynliğin verdiği boşvermişlik eklendi mi, değmeyin keyfimize!

Arada “bilinçli!” ebeveynliğimiz de dürtmüyor değil, dürtüyor ama biz Güney’le konuyu sorgulamaya çalıştığımız bir dakika içinde ya biri bir yerden düşmüş oluyor, ya öbürünün çişi gelmiş, ya kardeş kavgası patlak vermiş…

 

Tuba: Aşkım, bu zıpa 11 aylık oldu, bir ara yatağına geçirecek miyiz, yoksa evlenene kadar bizimle mi yatacak?

Ortam sesi: Pat, güm, hop, iayyyyyyyyyhhhhhh! Annnnnneeeeeee!!!!

Güney: Salla bebişim, çocuk düştü koşşş!

 

Güney: Hani bu cücük olana, en azından bir yaşına kadar tatlı tuzlu vermiyorduk, Defne’de iki yaşına kadar nefer olmuştun, nooollldu? Elindeki çıbık kraker mi onun?

Ortam sesi: Gııııırrrrrrrccc, çat, cıızzzzzzzztttt!

Tuba: Leyyyyn, yemişim çıbık krakeri, Doğa yine DSmartı ele geçirdi kooooşşş!

 

Tuba: Aşkım, Doğa’nın her yaptığına şakşakçılık yapmayacakmışız, olaya sadece tanıklık edecekmişiz, bir de annecim-babacım diye konuşmayacakmışız, bir de yapmasını istemediğimiz şeyleri ısrarla yapıyorsa, ilgi çekmek içinmiş, soğukkanlı davranacakmışız, bak Ayşe Arman röportaj yapmış, Özgür abi ne diyormuş, gurur duyuyorum demek de yokumuş, bir de…..

Güney: (O anda TV sehpasına tutunup, sıralayarak son hız Dsmart kutusuna giden Doğa’ya hitaben) Oyyyy afferin benim yakışıklı oğluma, süpper kalktın, seninle gurur duyuyorum babacım, harikasın da lannnnnn gene mi DSmart’a gidiyorsun eşşek sıpası, bak bir daha dokunursan dayağı yersin ha, hayırrrrr, haaa-yır, ha-yır!

 

Hemen ayyy iğrenç anne-baba yaftası yapıştırma. Bile isteye çıbık kraker vermiyoruz ama evde yaşayan 4 yaşındaki velet, çikolatayı yiyip, kağını sehpada bırakınca, küçük olan, boş paketi alıp yalayıp, mutluluktan ağzı kulaklarında yakalanabiliyor bize. Gel de engel ol.

 

Emekleme,  yeme-içme, boy, kilo herşey yolunda şükür. Ya da bize öyle geliyor. Zira Defne’yi her ayın illa 19’unda doktora götürürdük de, Doğa’yı(5’inde doğmuştu), önce 10’u, sonra 15’i, sonra 21’i derken doktora bile götürmüyoruz yeminle. Çok şükür bir ihtiyaç da hissetmiyoruz. Birgün yediğini öbürgün tükürüyor, bir giydiği 1 ay sonra kısa geliyor, tutunup kalkıyor, tek elinden tutunca yürüyor, ohhh yeaaah doğru yoldasın dostum diye gazı veriyor, hayatımıza devam ediyoruz. Hatta doktor muayenesine vereceğim milyorları, doktora götürmediğim aylar Doğa’nın hesabına yatırayım da hak geçmesin diye düşünmüştüm de, o paracıkları bir ara Zara’da harcayıvermişim. Hak geçmiş sayılmaz değil mi? Mutlu anne, mutlu çocuk diye bas bas bağırıyor psikologlar, pedagoglar. Aç, oku lütfen!

 

Doğa’nın 10-11. ay olayı, ne yeme içme, ne emekleme-yürüme, gittikçe kıvrılan sarı saçları bence! İnsan, iki lüleye aşık olur mu? Oluyormuş.

 

FullSizeRender

Ve kardeşlik mevzuları…

Bazen delirsem de, o ikisinin birlikte güldükleri, birlikte eğlendikleri, birlikte kudurdukları anlar var ya…

Hep çok konuşurum, konuşuyorum.

O an susuyorum. Dilimde sessiz şükür.

(Tabi kesin bir de telefon elimde fotoğraf çekiyorumdur, ama lütfen yüzüme vurmazsan, olayın romantizmini bozmayalım.)

 

 

 

 

 

Doğa 9 aylık!

9ay

Çoook eskiden, televiyonda bir reklam vardı. Bir tane erkek bebek, totosunu kıvıra kıvıra tehlikeli bir şeye doğru emekliyor -cam bir vazoydu sanırım-, anası olacak kadın da oturduğu yerden elektrik süpürgesiyle çocuğu poposundan çekip gitmesine engel oluyor. Sonunda da şöyle şahane süpürge, çekim gücü böyle üstün vesaire vesaire. İşte o reklam benim annelik anlayışımı şekillendirdi dostum! İzlediğimde 10lu yaşlardaydım muhtemelen ve anne olmama da daha çoook vardı. Ama birgün anne olacaksam işte o kadın gibi olacaktım! Bir elimle Vög dergimin sayfalarını çevirirken, bir elimle filtre kahvemi yudumlayacak, arada dergiden beğendiğim “trendsetter” kreasyonları, parmağımdaki nal kadar pırlantamı da kadraja sokacak şekilde fotoğraflayacak, Bengisu’ya whatsuptan mesaj atacaktım. Gözümün ucuyla yerde oynayan çocuğumu da seyredip, arada tehlike topa girerse de elektrik süpürgesiyle totosundan çekiverecektim. İşte hayalimdeki şahane kadın buydu! Yok la atıyorum, o zaman whatsup falan yoktu, hatta kablosu kıvrık olandan başka telefonumuz bile yoktu. Hiç tek taşım da olmadı zaten! French press’i de daha geçende aldım. Yeni.

Ama çocuğum oldu! Defne hiç emeklemedi. Daha doğrusu emekledi ama yürüdükten sonra. Az birşey. Benim hayalimden çok uzaktı. Doğa 4 aylık olduğundan beri tüm umutlarımı ona bağladım dolayısıyla. Önünde emekledim, ayak-el koordinasyonu olsun diye, elini kolunu çekiştirip çocuğu delirttim, Defne’ye söyletip gaza getirdim. Bu defa eşeğimi sağlam kazığa bağladım anlayacağın. Sonra da başladım meyvelerini beklemeye. Ama yok! Çocuk emeklemiyor. Herkese başladım dert yanmaya. Ay bu çocuklar neden emeklemiyor, havadan mı, sudan mı, yediğinden mi diye. Halbuki emekleyince pek de tatlı oluyorlar diye. Herkes avuttu beni. “Ay deli misin, emeklemesin işte, emekleyince binbir dert.” dediler kibarca. Toz dediler, kir dediler, sağı solu dağıtmak dediler, eşyalara zarar vermek dediler.

Sonunda Doğa emekledi!

Ve neden kimse bana kabaca “La manyak mısın .ok mu var emekleyince, gidip kapıdaki ayakkabıların altını yalayacak.” demedi?

Ve neden kimse bana hunharca “Bu dünyada tuvalet fırçası diye bir gerçek var, az akıllı ol.” demedi?

Ve neden kimse bana hoyratça “Çiçek saksılarının toprağı, orkidelerin yaprağı, vay bana vaylar bana.” dizelerinden sözetmedi?

Ve neden kimse bana 9 aylık bir bebeğin, mutfak dolabının altındaki üç metrelik bazayı, parmağını soka soka sökebileceğinden bahsetmedi?!!

Elektrik süpürgesinin gücü de totodan çekmeye yetmiyormuş zaten!

Manevi yıkım tazminatı diye birşey var mı bu hayatta?

 

İkinci gol, “gol”den geldi!

Her elitist, sosyetik, eğitimli, kültürlü, şehirli Türk anası gibi ben de çocuğumun Tan Sağtürk, hadi biraz politiğinden Fazıl Say, en kötü Nobellisinden bir Orhan Pamuk olmasını istiyordum! Dembaba değil. Hayır şarkısında gerdan kırmışlığımız da vardı ama ebeveynler olarak bunu kapalı kapılar ardında gizli yapıyorduk elbet.

Ve Doğa ilk bilinçli kelimesini söyledi!

Gol.

Bile isteye.

Günde yüz kere.

Karnında 9 ay taşıyan, yediren, uyutan, saçını süpürge eden anasının adını değil, 9 ay boyunca taşıyan anasına, “aşermek diye bişey yoktur, bilimsel değil,  hamilelik yorgunluğu diye birşey olmaz, bilakis iki kişi olduğun için iki katı iş yapabilirsin” şeklinde destek veren, yemeği niye önce çocuklar yiyor, bak koskoca THY bile, oksijen maskesini önce kendinize takın, sonra çocuğunuza diyor diye çocuğundan önce yiyen, son beş dakika TV, sonra uyku diye motive edip salonda bırakıp ufaklığı uyutmaya gittiğim sırada, koltukta uyuyarak, çocuğun 1 saat daha çizgifilm seyretmesine sebep olan babasının adını değil, meşin yuvarlağın adını söyledi!

Dembaba yine iyi seçenek de, İlker Yasin mi olacak yoksa bu çocuk yav?

Yaktın beni 9. ay!

 

 

 

 

Doğa 8 aylık!

IMG_1171

 

Diş? Yok.

Emekleme? Yok.

Yürüme? Yok.

Kendi kendine uyuma? Yok.

Yemeğini kendi kendine yeme? Yok.

Annecim, mutfağa gidiyorum, sana da bir su getireyim mi? Yok.

Eve gelince terliğimi verme? Yok.

Eee, bunların ceremesini çekip çekip,  meyvelerini bir aşamada toplamayacak mıydık? Bir terliğim de ayağıma gelmeyecekse…

Bu ay Güney, 10 gün fuara gidip evde olmayacağını söyleyince, tamam dedim ya, artık ben tecrübeli anneyim, iki çocuğuma da misler gibi bakarım tek başıma, hem anne-oğul, anne-kız zamanı olur bize de. Şahane olur. Yalan la, hemen telefonlara sarıldım, anaları babaları aradım, tutun çekin beni dedim, mahvoldum dedim, ooooonnn gün, dile kolay dedim. Neyse annem acıdı da, iyi dedi gelin Mersin’e. Daha da yeni gördüydük sizi, yeni geldiydik Ankara’dan ama, gelin başımın belaları dedi. (Ay böyle yazıyorum ya, hislidir benim annem, üzülür şimdi,  öyle demedi tabi, çıldırdı sevinçten, hemen gelin, hatta biz gelip alalım dedi. Şaka annem bunlar, şaka:) )

Attık kapağı Mersin’e. Doğa ilk defa uçağa bindi. Aldım iki çocuğumu kanatlarımın altına, biri anneciğim, Flyhigh dergisindeki seyahat yazısını okuyalım mı dedi, hatta İngilizcesini okuyalım, dilimiz gelişir dedi, öbürü mommy emziğimi filtre kahveye batırır mısın, uçuş korkusuna iyi geliyormuş diye rica etti. Fönlü saçlarım, topuklu ayakkabılarım, ve 1500 havamla hostesler bile kıskandı beni. Ooohh nooo, 22 gösterip, 2 çocuk yapan, 34 beden, şehir efsanesi kadın sizsiniz demek diye imzamı bile almaya geldiler. Öyle uçakta kusan, böğüren, saç yolarak uyumak istediği için annesini boyun fıtığı yapan, öndeki koltuğu tekmeleyen, biri biberon isteyen, öbürü yere çıbık kraker saçan çocuklar yok muydu? Elbette ki vardı. Ve elbette ki başkalarınındı. Hele bir de çocuklarından tırstığı için, babası taa Mersin’den bir geceliğine gelip, çoluk çombalak toparlayıp götürenler vardı ki, ben onları sadece kınadım. Cık cık cık. İnsan kendi iki çocuğuyla yolculuk yapamaz mı canım tek başına? Bakamıyorsan doğurma ama!

Ah babam… Canım babam…

Mersin mi? Bana cennet. Deniz, güneş, kum, hava sıcak falan tamam da. Asıl sabah 6 da uyanıyorsun ya, biri kapını sessizce açıp, Doğa’yı alayım mı diyor ya, kafayı vurup dokuza kadar uyuyorsun ya, yüzün gözün uyumaktan şişmiş, sucuk kokusuna doğru gözün kapalı ilerleyince, mutfak masasının bir ucunda, annen Defne’yi, baban Doğa’yı doyuruyor oluyor ya. Anladın işte sen beni. Söyle oolum Ferhat Göçer. Dünyaya bir daha gelsem sevgiliiiiimmmm…

 

 

IMG_0951

Mersin demek, yine her zamanki gibi, park, salıncak, kum, deniz, açık havada puset uykusu demekti.

Oğlum büyüyordu. Kızım büyüyordu.

Allah sağlık versin, günde üç fasıl delirsem de, bana da onları seyretmek düşüyordu. Sonsuz şükürle.

 

Doğa 7 aylık!

Efenim, yine bir çoook geç kalmış, aydönümü yazısıyla huzurlarınızdayız. Buraya yazmaya başlama sebebim, taaa milyor yıl önce Defne için bir nevi günlük tutmaktı. Defne hedebödedört aylık olana kadar yazmıştım da yazmıştım. Kim bilirdi ki, bir gün yine anne olacağım, çok işim, az vaktim, az çalışan beynim, bol griden pembeye dönmüş beyin hücrelerim olacak ama vicdanım “ay illa da Doğa’ya da yazman lazım, çocuk demez mi ay ikinciyim diye mi vıdı vıdı bıdı bıdı…” Doğa ileride birşey der mi bilmem ama kendi iç sesime çene yetiştirinceye kadar şuraya iki satır da oğlum için birşeyler yazayım.

Hayır yazacağım yazmasına da, şu iki çocuklu hayatta çok temel bir sorunum var. Çözebilen varsa beri gelsin, elimden tutsun, yardım etsin. Eminim her anne, hatta anne olmasa bile her kadın üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yaşıyordur da, bendeki etkisi genel olarak yarımlık, hatta çeyreklik! Çeyrek anne, çeyrek çalışan kadın, çeyrek çocuklara oyun arkadaşı, çeyrek evin yemek yapıcısı, çeyrek gün gezmecisi! İşten geliyorum, yemek yap, ye ve yedir, oyna, oynat, yıka, yıkan, kurut, kudurt, uyut… Geçti mi sana bir akşam daha. Şu çocuklara günde yarım saatçik de kendi kendilerine oynamayı öğretebilsem hayatım değişecek yeminle! Hah işte, tam da bu sebeplerden valla hep çok şey yapasım ve azıcık zamanım var. Şöyle planlı programlı yaşayan insanlara imreniyorum ve hatta hasetleniyorum. Ben de isterim, çocuklarıma dörtdörtlük anne, kocama saçı fönlü, yüzü BB hatta yetmez CC kremli, “nude” rujlu, çok bakımlı ama çooook doğal gibi, kendinden güzellikli, akşam yemeği arkadaşı olayım, arkamdan “ayyy Tuba hanım, işinde dörtdörtlüktür” desinler, akrabalarım “ayyy Tuba mı, vefa kumkumasıdır o, hep arar sorar”, arkadaşlarımla gün gezmekten, altın toplayan Mario Bros gibi olayım. Üstüne de akşamları yatmadan, afillisinden Oscarlık bir film seyretsem, iki satır kişisel gelişim kitabı okuyup, bir kadeh de pahalısından şarap yuvarlasam. Saten geceliğimle, hadi coşmayayım saten pijama da olur, saatler 12 yi vurduğunda misler gibi uyusam.

Hayaller Adriana Lima, gerçekler Kibariye diyorlar ya. Hah işte o hesap.  Ay o bile, kocama geyşa, çocuğuma bilmem ne, halkıma da bilmem neyim demiş. Bir bende numara yok! Patlat Kiboş arkadan müziği: Eller kadir kııııyyymet bilmiyor annnnnnee…

Geçen Doğa’nın vücudunda döküntüler başladı. Doktora fotoğraf çekip yolladım. Durum bu geleyim mi dedim? Yok dedi, fotoğraflar “premium qualitat” olmuş, gözümle görmüş kadar oldum. Senin vaktin yoktur dedi. Ertesi gün baktım, elde, ayakta, ağzında çoğaldı döküntü, çok akıllıyım ya, bildim hemen lan bu el-ayak-ağız hastalığı diye. Doktora hemen iki fotoğraf daha. Dedim bildin mi, el-ayak-ağız bu. Geleyim mi, gelsem de yapacak birşey yok, virütik değil mi dedim. Gelme bebeğim dedi, sen bir gelme. Artık 8. ay kontrolüne gelirsin. Çocuğun 7. ay kontrolünü bile salladık yani. Öyle bir vakitsizlik.

Nasıl yoğunum, ölüyorum, bitiyorum ya. Ama fena da hırslıyım. Doğa’ya günde 5 saat çak yapmayı, 3 saat gel gel yapmayı, 2 saat baybayı çalıştırıyorum. Öğrendi ama zibidi. Emekler işe yaradı. Vakit yok ama neyseki zamanımı çok verimli kullanırım. Çocuk herrrrkeslerden önce baş baş yapmazsa dünya yıkılır, başı kel kalır falan neme lazım.

Bir de erkek sesiyle heeeeööövvv, hööööööyyygg, bebüüüüü diye bağırıp duracağına annem eline sağlık, babam kesene bereket demeye başlarsa, oldu bu iş! Ondan sonra Doğa’ya kreş yolları, bana gezmeler!

Pek yakında “Kardeş kıskançlığına muhteşem çözümler!”,  “Yanyana kuzu gibi oynayıp, kedi gibi yemek yiyip, köpek gibi guguşarak uyuyan çocuklar hayal değil!”, “Kelin ilacı olsa başına sürerdi demeyin, kel ile empati kurun” kitaplarımla piyasadayım gençler. Israrla bekleyin.

 

Çok popüler!

Ben hayatım boyunca hiç popüler kültürden uzak durmadım, duramadım. Tek kanallı televizyon dönemlerinde, o dönem ne “meşhur”sa onu izledim. Yonca Evcimik’le “Bandıra Bandıra Ye” beni diye dansettim. İlk Öpücük diye bir dizi vardı. Şimdiki dizilerin yanında pek masum kalan, adından da anlaşılacağı üzere, derdi hepitopu bir öpücük olan bir sürü ergenin anlatıldığı bir dizi. Babam yanımdayken, o “bir öpücük” anında kafayı nereye çevireceğimi bilemesem de bir bölümünü bile kaçırmadım. Tarkan’la Burak Kut’un kapıştığı ilk zamanları heyecanla takip ettim. Her zaman doğru tercihler yapamadım ama. Ablam Tarkancıydı, ben “ayyy o ne ya, şarkısı gibi kıl be o” cuydum. Adam aldı yürüdü, dünyaca ünlü oldu, geçen Burak Kut’u gördüm televizyonda, hala aynı “baby face” yle  “Benimle Oynama” diye şarkı söylüyordu. Ama seviyordum, kime neydi?

Üniversiteye hazırlık zamanı iyice coştum. Ders çalışmamak için ne buldumsa ona sardım. Her sabah serviste okula giderken, o şırfıntı “Kara Melek”in yaptıklarını, yarı hayranlıkla anlattık birbirimize. Mükremin abinin her esprisini tekrarladık. Biz anlatınca hiç komik olmasa da. Süper Baba’ya kaptırdık hepimiz kendimizi. Her bölümüne ağladık. Şevval Sam’a Metin-Ali-Feyyaz’ın Metin’ini aldattı diye gıcıktık da onu bile affettik, Fiko’nun hatrına. Bir dönem televizyon, ders çalışmaya öyle iyi bir alternatif gibi geldi ki, kendimi Küçük Onur’un bile dizisini seyrederken buldum!

Müzik desen, dipsiz kuyu. Zorla aşık edip kendimizi, zorla ayırıp, kendimizi Sezen Aksu’yla ağlamaya mecbur ettik. Levent Yüksel’in şarkılarını ezberledik satır satır. Sertap Erener’in canımız ciğerimiz olduğu günlerdi.

Lise zamanları başka dünyalar da olduğunu keşfetmeye başladık. Pek de “popüler” olmayan müziklere merak saldık. Yaşar Kurt girdi hayatımıza. Daha “ağır” müzikler. Metallica’yla Scorpions’la başlayan zamanlar, Megadeth’e falan evrildi. Hilton otelinde Blues festivaline gitme günleriydi , o günler. Hepimiz Leman okuyup, nükleer santrallere karşı olmaya başladık. Bunları öylesine “hepimiz” yaşadık ki, sonunda “popüler” olan bunlar oldu.

Üniversite daha “elit”(!) zamanlarım. Biraz Odtü etkisi, biraz mimarlık fakültesi ortamı. Bambaşka dünyalar da keşfettim. Başka müzikler, başka filmler, başka kitaplar. Portishead dinleyip, Kieslowski’den Kırmızı, Mavi, Beyaz’ı seyrettik. Gerçekten büyüttü o zamanlar beni, genişletti, hayata bir de tepetaplak bakmayı öğretti. CSO’da müzik dinlemek, o yıllarda güzel geldi. Resim Heykel müzesinde sergi gezmek.

Ve sonra harman zamanı geldi. 25-30 yıldır biriktirdiklerini harmanlamak. Ve ben Mulholland Çıkmazı’nı izleyip, hakkında saatlerce yazılanları okuyup, ertesi gün Recep İvedik’e kahkahalar atarken iyi hissettim kendimi. Başucumda okuduğum, okumak istediğim kitaplar Game of Thrones serisinden, Kuran-ı Kerim’e, Duygu Asena kitaplarından, klasiklere kadar çeşitlendi.

Evet, büyüdüm, evrildim, şekillendim, ciddi bir sanat eğitimi soslu mimarlık eğitimi aldım ama “popüler” olandan da hiç vazgeçemedim. Ayyy ne televizyonu, salonda assssla bulundurmuyoruz, hele çocuktan sonra yan odaya bile koymadık diyenlerden olamadım. Televizyonda sadece belgeselleri seyredemedim. Aşkı Memnu’da Bihter ne giymiş diye heyecanla bekledim, How i met your mother’a kahkahalar attım.

Bütün bunları niye mi anlattım? Şimdi anne oldum ya, bir “insan” ın yetişmesinde, istesek de istemesek de çok önemli rol oynuyoruz ya, “popüler” olanı, “popüler” olana ne kadar dahil olunmalıyı hergün sorguluyorum. “İnce(!)” zevkleri olan, özel çocuklar yetiştirmek de istiyorum ama en önemlisi mutlu olsunlar istiyorum. Saçma birşeye kahkahalar atabilen mutlu insanlar. Ve bu kahkahaları paylaşacak arkadaşları, dostları olan çocuklar. Herkes bir dünya yaşarken, çocuklarım bambaşka bir dünya yaşasınlar istemiyorum. Ya da o dünyanın kıyısında durmalarını. İstiyorum ki o dünyanın en ortasında dururken, en dışından da bakmayı bilsinler.

Uzun zaman önce Görkem bir yazı yazmıştı blogunda, Doç. Dr. Azmi Varan’ın bir konuşmasından bahsetmişti. Ve o yazı benim aklımdan hiç çıkmadı, çıkamadı. Şöyle diyordu bir yerinde:

“Bir çocuk için en önemli duygulardan birisi, aidiyet duygusudur. Aidiyet duygusunu yıkmanın pek çok yolu var. Bunlardan birincisi özellikle annelerde görülen “Bizim çocuğumuz çok farklı, bizimki dahi” söylemleridir. Bir diğeri de çocuğu bazı “kötü” alışkanlıklardan uzak tutmak adına, toplum içinde yalnız bırakmaktır. Bunu yakın bir hekim arkadaşımın çocuğunda gözlemledim. Her akşam ama her akşam sektirmeden saat 20.00’de yatırılan, asla telefon, bilgisayar oyunu ile ilgilenmesine, azıp kudurmasına, ara sıra kontrolden çıkmasına izin verilmeyen çocuklar var ya, onlardan… Bir süre sonra arkadaşları pop müzik dinlerken onlar çocuğun müzik zevkini bile kendi “yüksek zevkleri” doğrultusunda belirlediler. Kendilerince 4/4’lük bir çocuk yetiştirdiler. Sonra o çocuk 4/4’lük bir kıl oldu. Farkında değillerdi ama bu da ötekileştirmenin bir biçimiydi. Arkadaşları Britney Spears ile zıp zıp zıplar, eğlenirken o, uzaktan sadece bakıyordu. Onu yalnızlığa ittiler.”

Prenseslerin, Spidermanlerin, en çok pembe severimler’in, arkadaşımın ayakkabısı çok güzeel, bana da ondan alalım mılar’ın, Elsa’lı çorap, Elsa’lı tshirt, Elsa’lı don, Elsa’lı atletlerin tam ortasında günler geçiriyorken, aklımda durmadan sorular dönüp duruyor. Sınır ne, ne olmalı? Bunlarla mutluysa sınır olmalı mı? Değişik müzikler dinlesin, başka kültürler öğrensin derken, anneee okulda Ankara’nın Bağları çaldı, deli gibi dansettik, çok konikti diyorsa yetmez mi? “Konik”se yeter bence. Yetmeli.

Ama durmuyor. Ne aklım. Ne çenem. Anne, ben büyüyünce prenses olmak istiyorum diyen Defne’ye, prenseslik bir meslek değildir Defne deyiveriyorum. Ne olayım o zaman deyince, itfaiyeci olabilirsin mesela diyorum. Halbuki, Küçük Onur’un dizisini seyretmiş bir annenin çocuğusun sen desem, ne istersen yap ama sonunda kendini bul ama kendini kendin bul desem. O da anlasa.

Anlar mı ki?