Hadi…

Yaptığın iyilik söylenmez dediler bize.

Sağ elin verdiğini sol el görmeyecek.

Hatta senin verdiğini mümkünse alan bile bilmeyecek.

Diyen annendi, babandı. Doğru dedin. Böyle bildin.

Böyle bildim.

Yakın zamana kadar.

Ama artık fikrim değişti.

Bizim verdiğimizi alan bilmesin de diğerlerinden biraz vazgeçtim.

Niye mi?

Şehir hayatı de, iş hayatı de, çocuklu hayat de, ev hayatı de adına ne dersen de, hepimiz pek bir yoğunuz ya! Ben de öyleydim.

Hep kendimden, ailemden, dostlarımdan başkaları için de birşeyler yapasım vardı ama vaktim yoktu işte.

Fiziksel katkıyı bırak, her akşam yatağa yatınca, “Lan ben Lösev’e para yatıracaktım, yine unuttum, hay ben senin gibi kafayı!” deyip ertesi gün yine “çok yoğun” hayatıma dönüyordum.

Bu sene öyle olmamaya söz vermiştim kendime. Ciddi söz.

Sonra düşündüm, muhtemelen bir sürü arkadaşım benim gibi.

Herkes küçük bir kıvılcım bekliyor.

Ya da poposuna küçük bir tekme.

Tıpkı benim gibi.

İlk başta utana sıkıla, Defne’nin okulundan arkadaşım olan velilere yazdım, aklıma gelen, bir ucundan küçücük de olsa ben tutayım dediğim yardımları.

Baktım, herkes benim gibi. Herkes çok istiyor ama çok meşgul.

Artık utanmadan yazıyorum. Hadi diyorum “Bu sefer de şöyle bir adım atalım mı?”

Hala popomuzu çok kaldırmadan “bütçe” yardımı bu.

Belki en makbulü bu değil. Ama olsun. O da olacak.

Benim tek başıma altından kalkamayacağım “bütçe” bir anda mutlu ve hevesli seslerle nasıl toplanıyor.

Adı “iyilik” değil bunun. O kadar yüce insanlar değiliz bence.

Adı “görev” de değil. Yapmak zorundayız ve yapalım değil.

Adı “şans, kader ne denirse o sebepten, terazinin artı tarafında olanların, terazinin diğer tarafına bir fiske dokunma çabası.”

Eşitlemek demeye dilim varmıyor. Öylesi ütopya. Keşke olmasa.

Şunu demek için yazdım bu kadar uzun uzun:

Bu defa sen de üşenme, hatta yanına bir arkadaş al, o da üşenmesin.

İster maddi, ister manevi, ister bedenen…

Birinin gülen yüzüne sebep ol bu yılbaşı.

Bir çocuk, bir yaşlı, bir yeni doğum yapmış…

Bir insan işte.

Hadi.

 

 

Annamadıııım!

Soru soran çocuk makbuldür. Hele çok soranı, çok makbuldür. Meraklı olduğunu gösterir ki bu iyi birşeydir. Herşeyi olduğu gibi kabul etmez, sebebini, sonucunu öğrenmek ister. Öğrendiklerini, bildikleriyle birleştirir, zihninde yeni açılımlar yapar. Çocukların sorularına baştan savma cevap verilmememsi gerektiği gibi, yaşını aşan gereksiz açıklamalar yaparak da zihni bulandırılmamalıdır. Böyle çocuklar ileride ben diyeyim bilim insanı, sen de sanatçı olur.

Diyenler var ya… Hah işte, onlara sesleniyorum. Hayrına bi bakıver hele. Oradan atıyorsun tutuyorsun da, gel bakalım yamacıma.

Şimdi Defne soracak, sen cevapla.

D: Anne, hani bebekler annelerinin karnına gelmeden bir yerde bekliyorlar ya, Doğa da orada bekledi ya, ben de bekledim ya, ben beklerken sıramı Doğa da orada mıydı peki? Beni görmüş müydü?

T: Şimdi evladım, tam olarak bir  yerde beklemiyor da, hayali bir yer gibi.

D: Annamadııııım.

T: Bunlar biraz daha büyüklerin konuları Defdef, ondan anlamadın.

D: Ama annamak istiyoruuuuum, anlaaaatt, anlat dediiiiim. (Olay sinir krizine dönüşür, neyi annamak istediğini annayamadığın hale gelince beynin, topukla dostum!)

 

D: Baba, ben Afrika’ya gitmek istiyorum ya, bak para buldum, kumbarama atcam, sonra da sayalım.

G: Ama kızım biz kumbaradaki parayı bankaya yatırdık.

D: Banka ne demek?

G: Vıt demek zıt demek…(Size acıdığımdan özet geçiyorum.) Hem de banka bize aferin, para biriktirmişsin demek için faiz bile verir.

D. Faiz ne demeeeek? Niye aferin der banka? Banka kiiiim? Parayı çektiğimiz yer çok küçük, içinde insan olmaz kiiiiii? Annamadııııııımm, anlamak istiyoruuum. (Kaaaaaç!)

 

D: Anne, radyodaki abi şarkıyı ne güzel söylüyo dimi?

T: Evet Defne, ben de beğendim çok.

D: Peki o abi nerede? Şu anda mı söylüyor?

T: Vıt oluyor, sonra da zıt oluyor. Oluyor da oluyor. Radyonun mantığını ben bile annamıyorum çocuuum, çıldır ma kızım, tamam araştıralım evladım.

D: Annamadıııııım.

 

D: İstiklal Marşı ne demek?

T: Vıt vıt, zıt zıt, hani sizin okul şarkınız var ya, onun ülkece söyleneni gibi yani.

D: Ülke ne demeeeek? Niye ülke şarkı söylüyor? Niye Kaanlar okulda söylüyor peki şimdi? Niye her gün söylemiyorlar peki? Annamadıııııımmm.

 

D: Anne uçaklar çok güzel uçuyor değil mi?

T: Evet canım.

D: Ama ben uçamam.

T: Evet canım.

D: Peki neden uçamam?

T: Motor, kanat vıt zıt…..

D: Motor ne demek? Niye uçamam? İstersem uçarım da uçamam. Annamadııııım, anlamak istiyoruuuuum.

 

D: Anne 1 le 4 yanyana gelince 14 olur değil mi?

T: Evet canım.

D: Peki 4 ile 1 yanyana gelince.

T: Kırkbir olur Defne?

D: Nasıl oluuuurrr? Olamaz? Herşeyin bir adı olur. İki adı olamaaaaaz. Birle dördün yanayana gelmişinin adı da ondörtttttt. Annamadıııııııım.

 

D: Anne ben Afrika’ya bugün gitmek istiyorum.

T: Bugün gidemeyiz annecim, uçak biletini şimdi alınca çok pahalı olur.

D: Peki sonra gidersek ucuz mu olur?

T :Biletini şimdi alırsak evet ucuz olur.

D: Nasıl oluuuurrr? İkisini de bugün alıyoruz, nasıl ucuz oluyor, annamadıııııııım! Anlaaaattt.

Ah ulan Güney,  tüm hamileliğimde ve Defne’nin tüm erken gençliğinde -ki 0-4.5 yaş arasına tekabül ediyor- hepimize, Nasıl Yapılır, Nasıl Yapılmış, Nasıl Yapıyorlar izlete izlete yaktın oolum devreleri. Gel de şimdi ayıkla pirincin taşını!

DSmart yak bizim aboneliği Allah’ını seversen!

 

 

 

 

 

 

Mutlu son!

Kardeş kavgasına hazırdım. Yani fikir olarak.

Pek kıskanç bir akrep burcu olarak, kıskançlığı da iyi bilirim.

Açıkça söyleyeyim, herkes en çok beni sevsin isterim.

Ama içimden.

Genellikle.

Öyle para pul, şan şöhret, kariyer vs kıskanmam.

Yetenek, akıl, bir de en çok sevgi işte.

Herkes en çok beni sevsin isterim demiş miydim? 🙂

Zararım kendime.

Kıskandığıma bir pislik yapmışlığım yok.

Yine genellikle.

En fazla duygu sömürüsü. Onda da oldukça iyiyimdir hani!

Neyse efenim, bu duyguyu, böyle yoğun bilen biri olarak, Defne’nin Doğa’yı kıskanacağına emindim. İnsancıl bir duygu olduğunu da düşünüyordum. E Doğa da kıskanırdı, onun da başı kel değildi. Zaten kardeşli hayat dediğinin %85i kıskançlık ve kavga değil miydi?!!

Benim kavgadan anladığım şuydu: Atıyorum biri bir şey kıracak, öbürüne annemlere söyleme diyecek, öbürü gelip hemen ispileyecek, sonra biri beni niye ispiledin diye bağıracak, öbürü kırmasaydın diye çemkirecek. Ben de en sakin amma velakin öğretisi yüksek sesimle, önce kırana kızacağım, niye kırdın diye, öbür ispiyoncu sevinecek. Sonra da ispiyoncuya kızacağım, niye ispiyonladın, kol kırılır yen içinde kalır diye. Bu defa da kıran sevinecek. Nasıl ama? Mutlu son! Win-win. Siz Türkler nasıl diyooooğğğ? Kazan-kazan yani. Teorimi sağlam kurmuştum. Pratik zaten küçük parmağımın işi.

De, kimse “çekişmek” diye birşeyden bahsetmemişti! Allahım Allahım, iki tane sesi tavuktan ince velet, uyanık kaldıkları sürenin yarısından çoğunu nasıl çekişip bağırarak geçirir?! Biri eline çorap mı aldı, diğeri de illa “o” çorabı istiyor, o anda dünyanın en pahalı çorabını getirsen, hatta motivasyon olsun, içinde Adriana Lima’sıyla, Victoria’s Secret mağazasından alayım desen, dönüp de yüzüne bakan yok! Hayır, Güney’den bahsetmiyorum. O konu dışı! Çorap dediğin iki adet, al birini ver birine. Yok! O da yok! Maksat olayı çözümlendirmek değil, o tavuktan ince sesleri yarıştırmak bence. Çatal, kağıt, oyuncak, sümüklü mendil, içi yenmiş cevizin kabuğu, ağzından çıkmış lokma. Konudaki özne farketmiyor. Bütün gün çekişiyorlar azizim!

Nerede benim teori? Nerede, herkesin kazandığı mutlu aile tablosu?

Diye diye her gün öğretisi az amma velakin tonu yüksek sesimle cırlıyordum evde.

Geçen akşama kadar.

Ben mutfakta yemek yapıyordum.

Yine.

Güney ortalarda varmış gibi davranıp, içerilere fıymıştı.

Yine.

Ve içeriden hiç tavuktan ince ses gelmiyordu. Arada bir iki kahkaha.

Noluyo lan dedim, hayattaki ilk müttefikliklerini beni zehirlemek için falan mı kuruyorlar?!!!

Sonra ablamın küçükken beni camdan sarkıttığı” an” geldi gözümün önüne. Nasıl da sessizdik o an ve nasıl da sadece gözlerimiz konuşuyordu!

Hemen koştum içeriye.

Kapıdan bir baktım salona. Onlar beni görmüyor. Ortada “Çağdaş market” poşeti. Markayı da veriyorum ki, keramet ondaysa reklam olsun. İçine tahta blokları dolduruyorlar, boşaltıyorlar, sallayıp sallayıp gülüyorlar. Öyle de saçma bir oyun! Bir ara Defne tahta küpü koydu içine, salladı hızlı hızlı, Doğa gülsün diye, Doğa da kahkahalar atıyor, birden hızı fazla kaçtı, Doğa’nın kafaya çarptı, ağlamaya başladı. Defne, hemen yere diz çöktü, özür dilerim kardeşim, yanlışlıkla oldu, acıdı mı çok, öpeyim dedi. Doğa da uzattı başı, öpüşüp oyuna devam ettiler.

O “an”ı kazıdım zihnime.

Her delirdiğimde çıkarıp önüme koymak için.

Her söylendiğimde kendime sus payı olsun diye.

Her ulan bir yerde yanlış yapıyoruz ama nerede, bu çocuklar niye devamlı çekişiyor dediğimde, yüreğime fıskiyelerle su serpilsin diye.

Kardeşlik müessesinde üç yanlış bir doğruyu götürüyor mu bilmiyorum.

Bir doğru üç yanlışı götürüyormuş ama.

Net.

 

 

 

Doğa 13, 14,15, fiyutttt 16 aylık oldu!

IMG_7079

Ay bunlar iyi günlerin, emekledi mi daha zor, yürüdü mü daha zor, koştu mu daha zor, ayyy konuştu mu en zor, dil pabuç vs vs vs’ciler az yaklaşın.

Ay bunlar en zor günlerindi, hele bir ilk yıl geçsin, hele bir yürümeye başlasın, hele bir iki kelime konuşsun, abla-kardeş iletişimi çoğalsın, herşey çok kolay olacakçılar siz de yanaşın.

Birşey diyeceğim.

Hepiniz yalancısınız var ya.

Şu son dört ayda Doğa yürümeyi öğrendi, amaaan hayat önce bir kolaylaştı bir kolaylaştı, zira o yürüyemezken de devamlı yürümek istiyordu. İşte o sırada devreye ben giriyordum. Tripodun mucidi kimse, kesin geleceği gören biriydi ve bizim o yürüyemezken yürümeye çalışma halimizden ilham almıştı. Çocuk yürüdü, iki ayağım, bir elim boşa çıktı ya, o an ellerimle mantı açıp, ayaklarımla spinning yapabilirdim. O derece heyecan, o derece mutluluk.

Sonra evde en çirkininden plastik bir bebek sandalyesi buldu. Onu kaldırabildiğini keşfetti. İstediği yere taşıyabilecek kadar hafif olduğunu. Veee en sonunda üstüne çıkılabilir olduğunu. En başta tek elim boştaydı en azından. Ahh güzel geçmişim ahhh.

Sonra yavaş yavaş dili çözülmeye başladı. İnsan bekliyor ki, bu kadar emek, bu kadar uykusuzluk, bebe desin ki “Anneeeem, hayranım sana, hem iki çocuğuna misler gibi bakıyorsun, sarma dersen sarma, mantı dersen mantı, evde her çeşit yemek gani gani, oyun desen gırla, Montessori desen ondan üstün, Waldorf desen halt etmiş, disiplinlerüstü bir eğitim öğretisi ışında, oynatırken eğlendiren, eğlendirirken düşündüren, düşündürürken, ehhh neyse ne işte. At olmaca, eşek olmaca, fış fış kayıklamaca, kültür sosu da tamam yani. E bir de iş dünyasındaki üstün başarıların, ve her daim “tarz” giyimin,saçın başın güzelliğin… Allah sana da, sağlığına da, aklına da, güzelliğini de zeval vermesin, ay her yere de resmini koyma, sesi büzüşesice, boynu altında kalasıca Mirandalar, Adrianalar nazar etmesin.”

Doğa ne dedi? Totom on saniye yer görünce “gak”, ay bu konuyu sular seller gibi öğrendim bile desen, her su lafını duyunca, “gak fua” (kalk da getir diyor suyunu), Doğa diş fırçam nerede, “ookkk”, Doğa cüzdanıma naptın lan, “oookkkk”, Doğaaa arabanın anahtarı, “ooookkk”.

Bir yaşından sonra, abla-kardeş şahane oynayacaklar, birbirlerinin gelişimine muhteşem katkıda bulunacaktı. Teori buydu. Evet mağara adamlığından, 2000li yıllar modern insanlığa geçiş gibi milyor yıllık bir süreçse gelişim, ilk basamakta fena değiller. Bütün gün diğeri eline ne almışsa, öteki onu elinden alıp, birbirlerini böğürtüyorlar. “Çekişmek” diye bilimsel bir gelişim yöntemi var mı?

Ama bir gülüyorlar var yaaa…

Diyenler var ya.

Tamam lan bir siz haklısınız, yalan yok.

 

Adam haklı beyler!

Beş sene önce, birçok şey okur, herkesi dinler, konuşur, tartışır ve genellikle de sonunda kendimi haklı bulurdum.

Dört sene önce annelik hayatıma da yansıdı bu.

Küçücük çocuğuna çubuk karaker yediren akılsızdı.

Bebeğe çikolata verenin kellesi kesilmeliydi.

Ayyy çocuklar hiç anne babalarıyla mı uyurdu, bunu bir açıklaması yoktu.

Avm’lerde yerlere yatarak ağlatılmamalıydı çocuk.

Madem ağlatıldı, istediği alınarak susturulamazdı, hatayı o “adam-kadın” taaa en başında yapmıştı.

Hamburgeciye el kadar bebeler zinhar gidemezdi.

Empati yoksunu falan değilim.

Değildim.

Düşünür, taşınır, kendimi o “adam-kadın” ın yerine bal gibi de koyardım.

Hatta olayı da bayağı içselleştirirdim.

Ama ben yapmazdım!

Yani “ben asla yapmam”cılardandım.

Sonunda yapanı mantıksız-gereksiz-anlamsız bulur, “kendi etmiş-bulmuş” hatta sevmediğim biriyse azıcık da “ohhh iyi olmuş”cuydum.

Sonra malum “tükürdüğünü yalama dönemi” başladı.

Oraları geçiyorum.

Sen de bal gibi biliyorsun.

Her anne-baba “adam-kadın” gibi.

Anlatmak istediğim bu değil.

Tükürdüğümü yalarken, evet ya oluyormuş, mecbur kalınıyormuş, sabır bitebiliyormuş, bazen akıl sağlığın, bir ısırık çikolatadan değerliymiş günleri de geldi yanında. Bonus.

Empatinin dibi.

Ama anlatmak istediğim bu da değil.

O ara bana “neolokal” bir aydınlanma geldi. Geçmişim, geleneğim, yeni günüm, algım karmakarışık oldu.

Önce hep ben haklıyken, şimdi hep o “adam-kadın” haklı oldu.

Geçenlerde bir yazı okudum.

Diyor ki;

Parkta çocuğu oynarken, kenarda elinde cep telefonundan başını kaldırmayan adam-kadın var ya…

Hah dedim.

Ağzını burnunu dağıtırım ben onun.

Parkta cep telefonuyla vakit geçirmek neymiş.

Çüş bu kadarı da fazla.

Diyecekti şimdi yazar. Yazıklar olsun o adam-kadına.

Ben de diyeceğim ki ağzına sağlık. KATILIYORUM sana.

Ama demedi.

Dedi ki;

Onları eleştiriyoruz ya, eksiden böyle miydi diye…

Eskiden de böyleydi.

Annemler bizi parka-sokağa götürürse es kaza, ellerinden dantel-örgü düşmezdi. Ha babam örerlerdi.

Var mı farkı?

Güncel anne-babaların da kafalarını boşaltmaya hakkı var.

Dantel öremeyen belki iki satır birşey okuyor orada.

Birşey öğreniyor.

Ya da sadece sosyalleşiyor.

Var mı farkı, dantel örüp çekirdek çitleyen “benim annem”den.

Yok dedim.

 

Sonuç?

Adam haklı beyler!

Cep telefonuyla parkta uğraşılmaz diyen de.

Dantel örenin farkı var mı diyen de.

Ama hayat da böyle çok yorucu.

Yok mu bu işin tek doğrusu?

 

 

 

 

 

 

 

 

Doğa 1 oldu!

IMG_2865

 

Karnımdan çıkarıp, kucağıma verene kadar doktor, “Yok yeaaah Defne gibi de olmaz ama evlat işte, sevilir sevilmez mi hiç.” diyordum.

Kucağıma aldığımda…

Dünya durdu.

Nefesim kesildi.

Büyülü bir an oldu.

Falan demeyeceğim.

Bu duyguyu yaşayana, anlatmaya gerek yok.

Yaşamayana da anlatmanın imkanı yok.

İki çocuktan sonra her zaman dualarımda sadece.

İsteyen herkese, hayırlı zamanda, hayırlı evlatlarla yaşatsın bu duyguyu Allahım.

Büyülü müydü, heyecanlı mıydı bilmiyorum ama o “an” dı.

Benimdi.

Onu Defneli minik ailemizin koynuna almak, ona yeri gelince koza, yeri gelince kök, yeri gelince arkasında esen rüzgarı olmaktı görevimiz.

Kalbim zaten dopdolu nasıl sığar?

Demiştim, cevabımı aldım.

İçim büyüdü büyüdü büyüdü.

Bazen nefesime yer kalmadı onları sevmekten.

İşte o nefessizlik sarhoş etti belki beni.

Ben “anne” olmak için doğru insan değil miyim acaba diye defalarca sormuştum kendime Defnemden sonra.

Sabırsız mıyım, huysuz muyum, gıcık mıyım?

İkinci bir çocukla belki bir daha hiç “kendim” olamam sanmıştım.

Olur dedi Güney.

Olursun.

İki çocuklu bir aile olmak hayalimizdi dedi.

Şimdi vazgeçemezsin dedi.

Vazgeçmedim.

Çok şükür.

Allah kısmet etti.

İyi ki doğdun oğlum.

Ben seni çok sevdim.

Ben sizin kardeşliğinizi çok sevdim.

İyi anne miyim bilmeden anneniz olma fikrini  çok sevdim.

Gerekirse yakarım ulan bu dünyayı uğrunuza gücünü çok sevdim.

Biri sizi üzerse birgün “öptürürüm bu evin yollarını” cadılığını çok sevdim.

 

İyi ki doğdun Doğam.

İyi ki…