Halinden de memnun ama eşek yine eşek!

35 yaşını geçmiş, okumuş yazmış, mimar olmuş, evlenmiş, üzerinize afiyet bir kız bir oğlan iki de çocuk yapmış, çocukların birini okula öbürünü bakıcıya satmış, kariyerde coşmamış, ama eh yani batmamış da bir kadın olarak, ah ulan şimdi köyde yaşamak vardı, tarla sürer, öğlenleri ayran içerdik desem, duyacaklarım hoşuma gitmez zannımca.

Boşan da semerini yeciler, karı Allah’tan belasını mı arıyorcuları döver mi?

Orta yaş bunalımı böyle oluyor demek kiciler, buna rahat batmışcılarla işbirliği yapar mı?

Hal, durum öyle değil ama. Vallahi.

Önce şükür. Allah’a, bana verdiklerine, vermediklerine, emanet ettiklerine binlerce şükür.

Ama bir şey de dürtüp duruyor beni. Sen de kurt, enteller desin iç görü, ben diyeyim hayal gücü!

Biz Güney’le her şehirler arası araba yolculuğumuzda, geçtiğimiz köylerde, kasabalarda bir oyun oynarız.

Dık.

Oynardık.

Şimdi daha ziyade, böğürme çocuğum, arka koltuğa yanına çağırma çocuğum, artık 20 yaşında değilim, popom iki koltuğun arasına sığmıyor çocuğum, tamam evet şarkı söyleyin, yol daha çabuk biter, ama dur bi dakka aynı anda söyleyin, böyle anlamıyoruz dediğinizi, hayır Defne Doğa’ya vurma, onun da hakkı şarkı söylemek, Doğaaa, ablana tükürme, o sana öğretmeye çalışıyor. Susuuuuunnn laaan şeklinde.

Bu kısmı es geç. Konu “dık” tan öncesi.

Hani yolda artık hiç bir radyonun çekmediği, TRT FM’ in bile nazlandığı, ama TRT Türkü’nün, istasyon arabanın tepesindeymişcesine gürledediği anlar var ya. Hah işte, tam o anda şöyle gönül yayını titreten bir türkü başlar. Beyaz geyme tooooz oluuur, siyah getme söz oooluurrr…

Ve biz Güney’le hayal kurarız. Şu köyde yaşıyor olsak, sen traktör sürsen, ben öğlenleri sefer tasında yemek getirsem. Çocuklarımız Rukiye’ yle Osman. Anamgil beni vermemiş de sen kaçırmışsın, evlenmişiz. Köyün en güzel kızı benmişim. Öbür köylerden kimler kimler istemiş da sana kaçmışım.

Sonra biraz daha büyücek bir yerlerden geçeriz. 2-3 katlı evlerin de olduğu ilçelerden. Ben köyün hemşiresi, Güney ilkokulda öğretmen. Lojmanda otururuz. Yılda iki kere Ankara’ya gezmeye gideriz. Sen Cüneyt olursun, ben Necla.

Yolumuz Ege taraflarınaysa eğer, mavi boyalı ev bizim. Mutfağında tel dolabı, tereği olan. Camın önündeki iki kişilik masada muşamba örtü üstünde, aluminyum tavadan yumurta yeriz. Çay tabaksız bardaklardan çay içeriz. Zeytinin çekirdeğini çatala çıkarmayız da, yumruk yaptığımız elimizin tepesine koyar, muşambanın üzerine atıveririz.

Atıveririz de hep doğada, toprakta Anadolu’da değil maalesef gözümüz.

How I Met Your Mother seyreder, ah ulan niye New York’ta öğrenci olmadık 3-5 yıl deriz.

İş için Bologna’ya gider, her gittiğimizde, oradaki evlerden birilerini sahiplenir, bir gün orada yaşayacağımıza sözler veririz.

Barselona’da bilmem kaç liralık ev alana, oturma izni var diye, kredide olur gözümüz!

Tabi bir aşamada Güney bıkar, yörü git lan manyak mısın, mis gibi yuvan, yakışıklı kocan, iki de gül yavrun der.

Der de ben durmam.

Şehrin en kalabalık yerinde 60 m2, teraslı minnacık bir evde niye hiç oturmadık?

Neden bahçeli bir eve taşınmadık?

Biz hayatımızın bir evresinde arabamızın tepesinde sörfler, kıçımızda şortlar bir hayat yaşayacak mıyız?

Oolum o kadar mimar olduk, şöyle ormanın ortasında kendi kendine yeten bir “Pasif Ev” imiz olacak mı?

Acaba hiç evlenmesek, hiç çocuğumuz olmasa yine de Tuba, Güney olur muyduk?

Bazen ortayaş bunalımı böyle oluyor demek kicilere yakın da hissetsem kendimi, benimki hayatı kaçırıyoruz, yaşlandık endişesinden çok, niye sadece “bir” hayat yaşamak zorundayız deliliği.

Bu hafta bana Necla deyin oolum, ben köye gidiyorum.

Haftaya Ezgi dersiniz, İzmir’de doğmuş büyümüş, New York’ta okumuş, şimdi memleketine dönmüş, kite board öğretmeni olmuş dersiniz. Çocukları da iki annemden biriniz bakarsanız bir zahmet. Tek başıma bakamayacağımdan değil, konsepte uymaz. Biraz anlayış lütfen!

Sonraki hafta Fethiye ormanlarında inzivadayım, adım da Münzevi.

45 dakikalık Game Of Thrones’ta yüzyılın en güzel bölümünü, savaşın en güzel yerinde tam 4 kere uykuda ağlayıp bölenler mi? Onlar yok inzivada.

“Hand” diye yazdığın şey hent diye okunuyorsa, demek ki “hent” diye yazılmalı, “yazıldığı gibi okunmuyor diye bir şey olmaaaaz” diye yarım saat zırlayanlar da yok.

Ah ulan Dovaaa, dizinin en güzel yerinde bana bunu yapmayacaktın!

 

 

 

Su gibi olmakta yüzüm…

Bugün Ramazan başlıyor dedim Defne’ye. Bazılarımız oruç tutacak dedim. Oruç ne demek hatırlıyor musun diye sordum. Evet dedi, gece kalkıp yemek yiyecekler, bir daha akşam olana kadar yemek yemeyecekler. Geçen sene öğrenmişti. Ama bu defa biraz hayretle, biraz da korkarak sordu, çocuklar tutmak zorunda değil di mi? Belli bir yaşa kadar tutmak zorunda değil dedim.

Kimse ‘zorunda’ değil. İnanan, yapabilen, isteyen…

Aç kalan insanları mı anlamak için tutuyoruz diye sordu. Bazen yemeğimiz olduğu için şanslı olduğumuzu unuttuğumuz için mi? Yemeğimizi yemeyip dökmenin kötü olduğunu hatırlamak için mi? Aslında paylaşsak olmayanlarla. Bize fazla gelmese, onlar aç kalmasa dedi.

Sadece ‘yemek’ değil dedim konu. Azalmak değil sadeleşmek, bedenimizi de ruhumuzu da bir nevi temizlemek. Dilim döndüğünce anlattım bana ‘oruç’ ne demek. Peki, neden 30 gün tutuyoruz orucu, bir günde anlamıyor muyuz, orucun bize anlattıklarını. Hadi 30 gün tuttuk, seneye unutuyor muyuz bu sene öğrendiklerimizi, neden bir daha tutuyoruz dedi.

Unutuyoruz tabi dedim. Seneyeyi bırak, bugünden yarına bile unutuyoruz.

Acıları, kötülükleri, başkalarının yaşadığı zor hayatları.

Arkamızı döndüğümüz anda unutuyoruz.

Ben unutmam dedi önce.

Hem hani Allah yaratmış ya bizi dedi, hani su kaplumbağalarımın en en en en büyük dedesiyle anneannesini yarattığı gibi, sonra onların yavruları olmuş, sonra onların da yavruları… Biz de öyle olmuşuz ya… Herkesi ‘iyi kalpli’ yaratmamış mı?

Sonra bir iç sorgulama yaşadı.

Unuturum dedi. Ben iyi kalpliyim ama bazen seni üzüyorum, arkadaşlarımı üzüyorum bilmeden.

Durakladı.

Bazen de ‘bilerip’ yapıyorum anne dedi. Yanlışlıkla değil. Sesi titredi.

Unutuyorum iyi kalpli olmayı. Kızınca unutuyorum.

Allah herkesi iyi kalpli yaratır, kötü olmayı insanlar seçer dedim.

Üzüldü.

Kötü kalpli miyim ben dedi.

Hayır dedim, kızınca bazen herkes istemediği, kötü şeyler yapabilir. Ama bunu yaptığına üzülüyorsan, pişman oluyorsan,kırdığın kalbi tamir etmeye uğraşıyorsan kötü değilsin. Sadece insansın. Herkese bazen olur.

Peki o zaman, bir ay, daha ‘iyi’ olmaya uğraştığımız için, daha az yediğimiz için mi sonunda istediğimiz kadar şeker yiyebiliyoruz dedi.

Bayram bu mu demek?

E haklı.

Bir nevi.

Kısa özet.

Sonra unuttu.

Az önce’ bazen kötü kalpli olduğuna üzüldüğünü’ unuttu.

Evet unutmak bazen iyi. Yaşayabilmek için. Mutlu olabilmek için.

Unutsak. Bize yapılan kötülükleri. Üzerini örtmesek de, üzerinden geçebilsek üzen şeylerin.

Ama bir de hep hatırlasak.

Bizden başkasına yapılanları. Haksızlıkları.

Daha ‘iyi’ insanlar olmayı.

Başkaları için elimizi taşın altına daha çok koymayı.

Ben bu Ramazan oruç tutamıyorum ama elimi, dilimi, kalbimi arındırabilmek niyetim.

Daha ‘gönlü güzel’ olabilmek.

Tutmayana dil uzatmayıp, tutana yüreğimle destek vermek.

Geçen sene Ramazan ayında, Doğa daha 10-11 aylık, bir parça patatesi dişsiz ağzında hamura çevirmiş, ısrarla Defne’ye uzatıyordu. Defne de ‘Saol Dova istemiyorum’ diyordu. Doğa pes etmiyor, ağzına ağzına sokmaya çalışıyordu Defne’nin. Defne en sonunda dayanamadı, ‘Saol saol Dova, ben yiyemem, büyük orucuyum.’ dedi. Sonra da kulağıma yavaşça fısıldadı. Neden öyle dedim biliyor musun, patates çok tükürük olmuştu, iğrençti, yemek istemedim. Ama üzülmesin diye de söyleyemedim. Kalbi kırılırdı.

İşte bu Ramazan o saflıkta gözüm. O iyi niyette yüzüm.

O kadarı akan su, ben ise devede kulak belki.

Ama o suya atılan taş da olsam, yeterim.

Daha çoğuna o zaman niyet ederim.

 

 

 

 

Hayal ettiğimiz kadar mıydı varlığımız?

Ne istiyorum biliyor musun?

Şarkı söylemek.

Hayatta en çok bunu istiyorum.

Sağlık, huzur, başarı vs. onlardan bahsetmiyorum. Onlar hep istediğim, hepimiz için istediğim.

Bu, daha çok, “hayatta en büyük hayalin ne?” nin cevabı gibi. Kendim için. Tek başına hallerim için.

Ama öyle Gülben Ergen olmak istemiyorum. Demet Akalın da… Küçümsediğimden değil. Azımsadığımdan. Daha “çok” olmak istiyorum çünkü. Yoksa onlara da saygım var. Elinde “olan”dan, “olmayacak”ı oldurmak da büyük marifet. Valla bak. Hatta atarlı, tutarsız ruh halleri de bildiğin ben! Yakışır yani. Hani ruhuyla icra etmek marifet ya sanat dediğini, “atarlı-tutarsız” ı, bildiğin ruhumla icra ederim. Bana güven.

Ama dedim ya daha “çok” olmak istiyorum!

Daha “çok” olduğumu da çok sürprizli göstermek istiyorum.

Bir düğün düşün. Şöyle en yakın arkadaşımın. Gece ilerlemiş. Herkes geceyle birlikte güzelleşmiş. Dans, dedikodu, alkol karışmış birbirine. Birden sahneye çıkıyorum. Diyorum ki, bugün çok özel. Ve ben bu özel gün için özel bir şey yapmak istiyorum.

Daha önce kimse sesimi duymamış.

Ben orada Lara Fabian olmak istiyorum.

O düğünde  Je T’aime diye bir ünleyeyim, gözünden yaşlar boncuk boncuk dökülsün istiyorum.

Yanında oturan 40 yıllık kocan birden “kara sevda”nmış gibi görünsün gözüne, elin eline değemediği için aşktan kavrulmuş gibi hisset istiyorum.

Yüzünde “Bu neydi şimdi lan?” diye kalakal şarkı bittiğinde istiyorum. Kara sevdan birden, “E, Osmanmış ya la yanımda ki. Aha, bu da koca göbeği, kel kafası. Hee, ocağı kapattık mıydı Osman yav hakkaten birden aklıma düştü bak.” a dönüşsün.

Vay be bu kadın sahnelerin kadınıymış da, evlenmiş barklanmış, çoluk çocuk iş güç harcanıp gitmiş de istiyorum.

O düğünde işi sahne olan biriniz olsun, bana gelip  “Tuba Hanımcım valla şöyle şöyle, billahi böyle böyle, ille de bir yerde bir sahne” desin, ben de “Ayol, çoluklu çocuklu koca kadınım, ne sahnesi” falan derken, “E madem çok ısrar ediyorsunuz” çıkıversin ağzımdan istiyorum.

Kendimi kapkaranlık bir sahnede bulayım. Üzerimde bir ışık. Tek başıma.

Ha işte şöyle Joy Türk Akustik gibi. Gülşen mi belledin yoksa beni?!

Sil baştaaaaan diye bir başlayayım, sen orada tüm hayatını sorgula istiyorum.

Şebnem Ferah’tan daha az mı bildin beni?!

Helloooo diye bir coşayım, bu dünya, öbür dünya karıştırıver istiyorum.

Adele’le de kıyas kabul edeceğim, anladın mı beni?!

En son bir de Lana Del Ray patlatayım, sadcore ‘un dibine vur istiyorum.

2016 da MTV En İyi Alternatif Sanatçı ödülünü o karıdan alıp bana versin istiyorum, hissettin mi beni?!

Ay uzatmayacağım işte ben Şebnem olayım, Adele olayım, Lana olayım, sonum benzemesin Whitney Houston olayım istiyorum.

Valla fazlasında gözüm yok, o sahneye bir kere çıkayım, 1 saatliğine, Osmanları, Orlando Bloom’a, Nalanları Miranda Kerr’e dönüştüreyim yeter. Sonunda Osman’la Nalan çıkıp kelle paçacıya gitse bile bozmaz beni. Bana o bir saat yeter. Sonrasında sanat hayatıma banyoda devam edeceğim. Söz.

De sorunum büyük.

Sorunum hayalimden büyük.

O Ses Türkiye’ye çıkıp da ilk notada dördünü birden döndürenleri ağzımın suyu akarak izledim ben.

O kadar dipteyim yani.

Niye?

Çünkü sesim güzel değil.

Dürüst ol.

Çünkü sesim KÖTÜ.

Gerçek “kötü”. Öyle sesi güzel olup da nazlananların kötüsünden değil.

Ben ortaokul birde okul korosundan atılmış insanım. Valla bak. Korocak “Zumgaligaligalizumgaligali” şarkısını üç sesli söylüyorduk da, o karı benim sesimi 3 çarpı 20 sesinden içinden nasıl seçtiyse artık, Tuba sen söyleme dedi. Sonra da beni, o koronun şarkı söyleyeceği bilmemne gecesine sunucu yaptılar. Niye? Çünkü sesim kötüydü ama çalışkandım.

Kırık gururum tamir oldu mu?

Hayır.

Yani önümde “çok çalışırsam illa olur.” diye bir yol yok.

“Çok çalışsam da bok olur.” diye bir gerçek var.

Olsun.

Ben susarım. Mehmet Erdem söyler.

Oluuuur o zamaaannn, oluuur o zamaaannn

Aklıııın doğruyu, buluuuurrr o zamannn…

 

 

 

 

 

Ne yesek, nerede yesek?

Gönül ister ki ben de size füzyon mutfağın en iyi örnekleri Ankara’da şurada yenir diyeyim, eklektik mutfak dedin mi akla bilmem neresi gelir diye hava basayım, her hafta sonu “pek ünlü yemek blogger”ları gibi başka bir davette arz-ı endam edeyim, sizlere, kokusu  üstünde Böf Stragonof fotoğrafları, havası kendinden önde Trança Carpaccio dilimleri, Brugge’den gelmiş çikolata şelaleleri sunayım ama, “pek ünlü yemek blogger”ı yerine “çok ünsüz çocuk blogcusu” olduğumdan kelli, çok daha “yaşamsal” bir konuya odaklanacağım.

İyi yemek yemek değil, insan gibi yemek yiyebilmek!

Hayır biz de yedik zamanında ekose etekli levrekleri, somona sarılı kuşkonmaz bilmemnelerini.

De şimdi sor bakalım, dışarıda yemek yerken kriterin ne diye?

Bir bölü dördünü Doğa’yla paylaşacağımdan yumuşak ve kolay yenir olması.

Bir bölü dördünü Defne’yle paylaşacağımdan acısız ve az baharatlı olması.

Bir bölü ikisini soğuk yiyeceğimden, soğukken de gideri olması.

Hah ya lahmacundan bahsediyorum. Bildin oolum!

Yemekte çıtam bu kadar düştü işte. Nereye gitsem, bu kriterlerle lahmacun yiyorum lan!

Yiyorum dediysem o da temenni. Yiyorum kısmına geçebilmek için o “bir bölü dört” görevini tamamlayan çocukları salabileceğin, canın isteyince gözünle takip edebileceğin ama mümkünse gözgöze gelmeyeceğin bir alan lazım.

Yazın, kıyısında köşesinde park, bayır, çayır olan her yer mübah.

Da kışın büyük sıkıntı. Ama neyseki ben varım.

İşte sana Ankara Çayyolu bölgesi, kış dönemi için mutluluğun sırrını açıklıyorum!

İçinde iyi-kötü bir oyun alanı olan “füzyon”(!)  mutfak mekanları!

 

1. Cambo Köfte Çayyolu

Üst katında bayağı kapsamlı, top havuzlu, mini atlı karıncalı bir oyun alanı var. İçeride de bir teyze var, çocuklardan “sözde” sorumlu. Sen ona pek prim verme, çocuğunun kulağını girişte bük, ben gelmeden çıkma, çıkacaksan kapıda “anneeeğğğğ” diye böğür diye. Aşağıda TV’den izleyebilirsin çocuğunu ama o merdivenleri yüz kere indirir çıkarır bana diyorsan, rezervasyonda üst katta yer istiyorum diye belirt, çocuğuna en yumuşundan kasap köfte, kendine de en acılısından Cambo köfte. Hadi çaylar da benden.

2. Güllüoğlu Çayyolu

Orta yerinde bir oyun alanı, başında da çocuk gelişimi bölümünde okuyan bir abla var. Ona gönül rahatlığıyla at kaç çocuğu. Boyama, Xbox, basketbol, oyuncaklar… Nereden baksan  özgür bir yarım saatin var. “İlgili abla” arada bir mesleki deformasyonuna engel olamayıp “hadi bakalım Defne, şimdi bu yapbozun bitmiş haline 60 sn bak (Defne: 60 sn ne demek?), hah iyice bak ama gözünü ayırma (Defne: 60 sn ne demek?), şimdi bozuyorum (Defne: 60 sn ne demek?), al bakalım başla yapmaya, dakika tutuyorum (Defne: Dakika tutmak ne demek?), afferin 1.5 dakikada bitirdin (Defne: Dakika ne demek?), annesiiii, Defne çok akıllı maşallah ama dikkatini daha çok toplaması lazım, bir dakikanın altına iner bence (Defne: Kim akıllı, 1 dakikanın altı ne demek?) gibi konuşmalar yaşansa da feda olsun Ayşegül ablama mesleki deformasyon! O yarım saati bana hediye etti ya! Yemek? Hah işte lahmacunun dibi burada. Böl dörde yuvarla. Yok daha nezih bir kişiliğim (evin erkeğiyim), vaktim çok (evin erkeğiyim), lahmacuna şiş sarıp yiyecek kapasitem var (evin erkeğiyim) diyorsan küşleme, pirzola, oradan yürü bebeğim!

3. Big Baker Çayyolu

Hep mi köfteci, hep mi lahmacuncu bildin beni? Al sana “en trendy” çocuklu “burger” ortamı. Burgerden burgeri beğen, köz patlıcan, çedar peynir, karamalize soğan ver coşkuyu. Oyun alanına da saldın mı bebeleri, sana hamburgerin altından yağını dirseğine kadar akıtarak yemek bile serbest!

4. Mangal Sefası Çayyolu

Big Baker kesmedi, biz Türküz ille de mangal istiyoruz diyorsan hemen yan mekana buyur. Sucuk, köfte, kanat… Artık ne arzu edersen. Bu mekanın büyüsü, içinde hiç bir şey olmayan çocuk oyun alanı. Gülme, vallahi büyülü. Bir çocuk masası ile 3-4 çocuk sandalyesinden başka hiç bir şey yok ama bizim çocuklar oraya bayılıyor! Defne, bize özel çocuk masası hazırlamışlar diye şişini dürüm yapıp gidip orada yiyor, onu gören Doğa da gidip karşısına kırıtıp oturuyor. Yarım saat oyalandıkları oldu yeminle.

5. Luppa

İşte giderek elitleşiyoruz bebeğim. Lahmacuncuya çıktı adımız, biz de nezihiz, biz de güzeliz, bir şişe suya 7 TL veririz, ama öyle öyle güzel bir oyun alanı var ki hiç koymaz, bebeni bırakırsın da 15 dakika sonra Iphone 6S’im çalar, Tuba Hanımcığıııım, kızınız susamış, içeriye bir şişe su gönderir misiniz diye çalar, ben de 7 liraları havalara atarak suyu götürürüm, dönünce de Fettucine Alfredomu hüpletirim diyorsan işte senin mekanın dostum!

6. Bakers Mill Yaşamkent

Hiç oyun alanı olmayan ama her türlü oyuna hazır ve nasır personeliyle göz dolduran mahallemizin pub’ı, bar’ı. Ye en tombikinden hamburgerini, arada koşup sandalyeleri yuvarlayan, şarap dolabını saklambaç mekanına çeviren çocuklarına “Evladım ayıp ama bu kadar da olmaz, ananız babanız yok mu sizin? Gidin onların yanında oynayın!” diye bağır, “Annemiz yine kafayı yedi Dova, gel biz gidip bir milyonuncu kağıt Amerikan servisimizi Özlem abladan isteyip, kağıt uçak yapalım.” diyen Defne alıp kardeşini sizden hızla uzaklaşsın. İşte tam şu an bir fincan kahveyi hakettin.

7. Arcadium’un yemek katı

Çocuğumun yerlerde yuvarlanmasına hiç ses etmem, koşup atlayıp düşmesine hiç kızıp üzülmem diyorsan, bingo! Kot farkı yüzünden uzunca bir rampası var ki, değme keyfime! Artık oradan sıradan top yuvarlamaca, araba yuvarlamaca, en sonunda kendini yuvarlamaca mı istersin, yukarıdan yuvarlanan çocukları aşağıda yakalamaca mı istersin… Oyun bol. Haftasonu bile kalabalık olmamasıyla yemek katının sevilebilir olduğu tek AVM. Bütün bunlar olurken ister en tikky halinle Peperoncino Expressten pizzanı söyle, ister girişteki dönerci abiden bir servis döner, 4 plastik çatal iste, ister Burger Break’ten yürü, ister ayyy guzum çocuğa bir çorba verelim diyen ev yemekçi teyzeyle coş!

8. İsli Fırın Beysukent

Ne aydınlık ve ferah mekanları, ne yüksek tavanları. Beni kendine bağladı, köşedeki kıçı kırık oyun mekanı ve ahşap zeminleri! Ser kilimi sök önüne legoyu. Öyle mekan.

New Castle’ları, Timboo’ları, Quick China’ları da biliriz de ben General Tso Tavuk’a Genaral Tso Tavuk demem, sıcağı sıcağına ağzımı yakarak yemedikçe!

Diyorsan ki benim çocuğum pek akıllı, çok uslu, edebiyle oturur masada yemeğini yer, sonra da alır eline Ipad’ini, sosyalleştikçe sosyalleşir, sana her yer Trabzon.

Yok benimkiler gibi 3. dakikada cayırdamaya başlıyorlarsa koşup kuduramazlarsa, haftasonları bu mekanlarda buluşalım bebeğim.

Görünce yanıma gelip “Ayyy ben sizi Cangama’dan tanıyorum, harika bir insansınız!” dersin, yanağıma bir öpücük kondurup, cebime de gizliden bir ellilik sıkıştırırsın.

Kamu spotu mu yapıyoruz canım?!

 

 

 

 

 

 

En güzel benim, var mı artıran?

 

Ben yine fotoğrafımı şuraya koyayım da şaibe, dedikodu olmasın!

Ben yine fotoğrafımı şuraya koyayım da şaibe, dedikodu olmasın!

 

 

Ortalama bir boya sahibim. (Annem hariç herkesin gözünde. Ahhh benim güzel kızım uzunların da ayakları büyük olur boşver.)

Ortalamanın altında bir kiloya sahibim. (Annem hariç herkesin gözünde. Ahhh benim çok zayıf kızım, kemiklerin sayılıyor, üzülüyorum.)

Ortalama bir güzelliğe sahibim. (Annem hariç herkesin gözünde. Ayyy Tuba Büyüküstün de kimmiş, halt etmiş, en güzel Tuba, benim Tubam.)

Çok şükür eli ayağı düzgün, sağlıklı, sıradan bir insanım işte.

Amaaa, bu sıradan insan hep böyle mi sandın? Yanıldın!

Doğduğumda bir dünya güzeliydim! Bir kere bildiğin sarışındım! En doğalından. Tontiş tontiş birşeydim. Bir bakan döner bir daha bakardı.

Biraz büyüyünce az sıskalaştım ve sıskalık o dönem pek matah bir şey değildi ama 5 yaşına göre olurum vardı yani.

Sonra okul yılları…

5. sınıftan sonra bir hazırlık sınıfı okurduk ya, (Hah işte, güzel olduğum kadar akıllıydım da, iyi bildin! Anadolu Lisesi’ne giden pek üstün(!) çocuklardık.) o sene hayat bayağı güzeldi be. Artık sarışın olmasam da açık kumralla idare ediyor, sıskalık artık bir miktar prim yapıyordu. E akıllıydım da. Üstüne bir de uzundum, sorma! Beden dersinde hoca bir sıraya dizerdi de vallahi hep 3. olurdum. Zaten 1. ve 2. olmak da iyi bir şey değildi. O kadarı da kazuletlikti! Hıh.

Sonra hazırlık bitti. Yaz tatili oldu. 3 ay görmedik birbirimizi. Okul açıldı, beden öğretmeni sıraya girin dedi. Sıranın ennn güzide yerine, 3.lüğe gittim gururla. O da ne? Üçüncülük değil otuzüçüncülük olmuş benim yerim!

O gün benim için dönüm noktası oldu.

Aynaya baktım. Açık kumral zannettiğim ben, bildiğin karaymışım lan! Sonra kaşlarıma takıldı gözüm. Başparmağımla işaret parmağım arası bir kalınlığa ulaşmıştı! Ve sıskalıktan dizkapaklarım pörtlüyordu!

Vay lan dedim, yıllar bana oyun oynamış. Ailem bana oyun oynamış. Tüm sevdiklerim böhüüüü. Devam edemeyeceğim…

Neyse efenim, o “kara gün”ü yolladım bilinçaltına, her çirkin insan gibi, akıllı olmaya oynayayım bari dedim, o yola verdim kendimi.

Ta ki üniversiteye kadar. Yıllarca okulun ” akıllı” kızı olarak rol kesmeye alışmışken, geldim ODTÜ’ye. Sağıma soluma bir baktım, lan ortamdaki en salak benim neredeyse. Millet çift ana dallar, yan dallar, bilmem ne bursları, yurtdışı projeler vs vs, herkes mühendis, herkes mühendis.

Benim gibi mimarlıkta okuyanlar da ya “alternatif tip” olmaya vermişler kendilerini, altta şalvar, üstte örgü yelek, saçlar mor falan.

Ya da “mimarlığın ünlü kızları”nın ününe ün katmaya adamışlar kendilerini. Saçlar sarı, fönlü. Altta Harley Davidson çizme. İçinde boru paça kot. Skinny jeans henüz keşfedilmemiş.

Baktım şalvar, örgü yelek bize ters, dedim lan gideyim de bari saçımı sarıya boyatayım.

Kuaför dedi ki sarı zor renk. Alışmak lazım. Biz sana önce röfle yapalım. Daha ombresi, araya ışıltı katması falan yok piyasada. Meç’ten yeni kurtulmuşuz, öyle diyeyim ben sana.

Ver dedim röfleyi ya, ver! Madem o moda.

Yaptı adamcağız kendince birşeyler. Saçlarım sarımsı kahverengimsi çizgili bir şey oldu.

Gittim okula. Herkesten bir övgüler, bir övgüler. Vay lan dedim, özümde güzelim de biraz bakım gerekli demek ki. Röfleyi geçip bir de komple sarıya boyasam, bak coşkuya!

Bir arkadaşım vardı. 30 küsür yaşında. Manik depresif. Lafın gelişi değil. Klinik olarak tescilli. Arada bir sene hastanede yatıyor, geri gelip bir dönem okuyor falan. O gördü beni. Nasıl dedim, saçıma sen de hasta oldun dimi? Kafayı değiştirmişsin de kaşın ne mal olduğun gerçeğini saklayamamış dedi. Sonra beni soya etli kuru fasulye yemeye davet etti.

Hiç mi oluru yok dedim.

İçine sindiyse dedi.

Sinmedi.

Hayatımın ilk beş yılında yaşadığım sarışın günlerim, tam orada sonsuza kadar son buldu.

Defter orada kapanmıştı.

Ta ki Defne’yi doğurana kadar…

Herkes “Aa anne esmer, baba esmer bu çocuk nasıl böyle oldu?” dedikçe başlıyordum anlatmaya. Ben aslında doğduğumda sarıydım. Yani mışım. Bak valla. Aha da fotoğrafım diye.

Sonra Doğa doğdu.

Aaa, anne esmer, baba esmer, bu çocuklar nasıl sarı böyle? Hem de maşallah pek boylu olacak bu çocuk. Kime benziyor bunlar?

Ay kime benzeyecek, Victoria’yla David’e benzeyecek değiller ya, ayyynı ben işte! Ben doğduğumda sarı, orta bire kadar da uzundum. Bak valla.

Cep telefonumda 3 yaş fotoğrafımı taşıyorum la, her burun kıvırarak sorana şşşrraaaak diye göstermek için!

Ay bunca şeyi niye anlattım?

Biri daha gelip de “Ay bu çocuklar ayynı sana benziyor ama bunlar çok güzel!” derse şşşraaak diye fotoğrafı göstermeyeceğim, iki parmağım arasında başparmağımı göstereceğim!

Onlar güzelse, ben de güzelim. Değillerse de değiller. Kime ne!

Defne ve Doğa siz de havaya girmeyin lan boşuna, şurada olayınız 5 yaşına kadar.

Ondan sonra Defne kuaföre, Doğa İbrahim Tatlıses’in oğlu İdo’yla arkadaş olmaya.

O da kaşlarını yeni şeetmiş de. O bakımdan.

Hadi dağılın.

 

Güzel gel 2016!

Yeni yıl zamanı geldi işte. Her sene yarı şaka yarı ciddi, biraz maddi biraz manevi, şunu da isterim bunu da beklerim diye sayardım da sayardım.

Ben isteyeyim de vermeyenin yüzü kara diye.

Oh ohh suyundan da, ohh ohhh huyundan da koy koy.

Ne koyarsa artık.

Bu sene öyle büyük travmalar yaşadık ki milletçe hatta insanlık adına, o soytarılıklara gönlüm bir elvermedi.

Umut dileyeyim dedim.

Göle yoğurt çalan adamın torunlarıyız biz, umut bizim işimiz dedim, Nasrettin Hoca’yı hatırladım.

Sağlık dileyeyim dedim.

Ihlamurundan, ayva çekirdeğine, rezenesinden, hatmi çiçeğine sıra gelmez bizde Calpole, Nurofene. Geçmeyen sinüzite acı kavun suyu damlatmışlardı da değil burnum çakralarım açılmıştı yeminle. Modern tıbbı bir tarafa koydum da Kayseri’de yüzyıllar önce müzikle tedavi eden hastaneleri hatırladım.

Neşe dileyeyim dedim.

Arabayı sağa çekip, müziği son ses açıp,aşağı inip gerdan kıran insanlara daha ne diyeyim. İçimden Angara’nın bağlarının sözlerini hatırladım.

Vicdan dileyeyim dedim.

Komşusu açken tok yatamadığımız günleri hatırladım.

Huzur dileyeyim dedim.

Pamuk sakallı dedelerin cami avlularında sohbet edişini hatırladım.

Paylaşım dileyeyim dedim.

Kapıdan her gireni, saat kaç olursa olsun, yoldan geldin açsındır diye doyuran ninemi hatırladım. Yol dediği karşı sokak olsa bile.

Birlik dileyeyim dedim.

Güney Siirt’te askerken, Batman Siirt arası Kürtçe müzikli dolmuşlarda, Kürtçe başlayıp, abla sen niye geldin buraya diye devam eden, hayatlarımızı paylaştığımız sohbetleri hatırladım.

Bu milletin herşeyi vardı da noldu diyeceğim geliyor, hadi diyorum millete de mal etmeyelim bu işi, Türkü Kürdü Lazı Romeni’ne bağlanmasın olay.

Da bu coğrafyanın insanının herşeyi vardı be.

Noldu?

Yüreğiniz poponuza mı kaçtı?

Yeni yılda birlik, beraberlik, sağlık, mutluluk, huzur falan demiyorum.

Sütün var mı?

Var var.

Unun var mı?

Var var.

Şekerin var mı?

Var var.

Ne duruyorsun?

Napayım?

Helva yapsana helva yapsana helva yapsana canım İNSAN olsana diyorum.

Sen bu coğrafyanın güzel gönüllü, içten gülüşlü, komik insanıydın unuttun mu?

Güzel gel 2016.

Güldür yüzümüzü.