Oyun grubu mu? !

Anne olduğumdan beri, kendimi eleştirdiğim, yanlış mı yaptım acaba diye kendimi sorguladığım, birgün kendime “Afferin bu işte bayağı iyisin” diye gaz verip, ertesi gün “Deli misin, napıyorsun?” diye kendimden hesap sorduğum, tükürdüğümü yaladığım, acabalarla boğuştuğum milyon konunun yanında baştan beri ve istikrarlı bir şekilde kendime güvendiğim, doğru yaptığıma inandığım, kendimi sorgulasam da kendime laf sokacak bir taraf bulamadığım -öyle çok konuşan ve benimle sürekli didişen bir iç sesim var ki, bana laf sokmadığı bir konunun olması mucize!- nadir konulardan biri, Defne’yi iyi havada, kötü havada, ama az, ama çok açık havaya çıkarmak.

Daha bebekken ve Ankara’nın buz gibi soğuğuna rağmen, sarıp sarmalayıp, güzelce giydirip çıkarırdım, büyüdükçe zaten kendi bağımlı oldu açık havaya. Hergün aynı saatte çıkmaya alışınca, o saatte kapıyı aşındırmaya başladı zaten. Hatta o bay bay’ın hevesine ayakkabılarını ayağına geçirmeyi, atkıyı kendini öldürecek gibi boynuna sarmayı, beresini tek gözünü kapatacak şekilde kafasına geçirmeyi öğrendi.

Yakınında park olan, bahçesi olan bir sitede yaşıyoruz ama malum ortam Belgrad Ormanı da değil. Yine de gördüğü 3 köpek, 1 kedi, 10 kuş, tüm engellemelere rağmen mıncıkladığı ateş böcekleri, peşinden koştuğu kelebek, ısrarla çok güzel olduğuna inandığı ve avuçlayıp en değerli hazinesi gibi baaaaak diye bana getirdiği sümüklü böcekler -hadi salyangoz diyelim, daha sevimli duruyor- ve hatta arada gücünü kontrol edemeyip kabuğunu çıtlattığı ve içi çıkmış, ayyy devam edemeyeceğim, işte şehir hayatının üç beş hayvanı bile onu inanılmaz mutlu ediyor.

Ama Defne büyüyor. Ama Ankara çok soğuk. Eskiden 1 saat bile çıksa yeterken, şimdi daha çok uyanık zamanı olduğu ve evde sıkıldığı için daha çok dışarıda vakit geçirmek istiyor. Defne’nin vücudunda 10 santimetrekare açıkta bırakan astromontundan birer tane bakıcıya ve bana da bulana kadar, daha fazlası çok zor:)

Bir buçuk yaş kontrolünde doktorun “Defne hareketli, sosyal ve algısı açık bir çocuk, bakıcıyla tek başına evde çok sıkılır kışın, bir oyun grubu ya da kreş düşünün bence.” tavsiyesiyle, önce aaaayyy benim çocuğumun algısı da çok açık, hem sosyal de, bana mı çekmiş diye totom tavana vurup, havalara girip, herkese anlattıktan sonra, normale dönüp, normal bir insan gibi düşünmeye başladım. Ve aklıma kocaman bir soru takıldı! Oyun grubu ne ya? Şimdi birileri Defne’yle oynasın diye her gün aynı saatte aynı yere götürüp, aynı insanlarla muhattap olup, üstüne bir de para mı vereceğiz? Dünya bu kadar saçma bir yer olmamalı! Ben şehir insanıyım, imkanım olsa New York’ta yaşamak isterim, ama ruhumun bir tarafı da gayet köylü, tek göz evimiz, traktör süren kocam, bir ev dolusu çocuğum olsun, hava aydınlanınca sokağa çıksınlar, hava kararınca kucağında kuzuyla eve gelsinler, kuzuyu o gece pişirip yemezsek, sarılıp yatsınlar, ben de şehirli kadınların arkasından atıp tutayım, ay çocuk büyütmekte ne var, bir taneye bakamıyorlar diye! Beş yıllık planımızda köye de New York’a da taşınma ihtimalimiz olmadığından oyun grubu ihtimalini tekrar değerlendirmeye karar verdim.

Beş çocuk hadi oynayın dediğimiz için yerde oynarken, beş anne kenarda oturup “Ay bizimki kakasını taa 6 aydır söylüyor, aa öyle mi bizimki de 8 aydır yemeğini kendi yiyor, o da birşey mi bizim ki sayı sayıyor, okuyor, yazıyor, raksediyor!” muhabbetleri mi yapacağız, dur o zaman ben biraz çalışayım, notlarıma bakayım, ne taraftan bastırıp üste çıkayım, dur ya haftada üç gün o kadınlarla buluşacaksam ne giyeceğim, hemen alışverişe koşayım, ay şimdi haftada üç gün saça da fön çektirmek lazım, en güzel, en genç, en çıtır anne ben olacağım uleyyyn gelgitlerini yaşarken, evimize yakın, kreşte varolan 18 ay grubuna haftada 3 gün ikişer saat katılabileceği, annesiz, kocaman bahçesinde tavuklar, horozlar koşan, kaplumbağa ve tavşanla oynayabileceği ve bunun için üstüne para vereceğimiz (!) bir kreş-oyun grubu buldum! Tam karar vermedim ama niyetim var. Ah o doktor. Yok algısı açık, yok sosyal verdin gazı.

O beş kadın da kendilerini yesinler artık! En güzel, en genç, en çıtır anne benim işte.

Defne: Bir buçuk!

Evet hala altına yapıyor, evet hala uyumuyor, evet hala yemek püskürtmeyi seviyor, evet hala büyük bir insan gibi yürümüyor, evet hala onu giymem, bunu giyeceğim diye kıyamet koparıyor, evet hala koca kız gibi konuşmuyor ama olsun, ben bu bir buçuk senelik birlikteliğimizin en çok bu kısmını sevdim! Ya da ben bir buçuk yaş annesi olmayı sevdim.

Evet hala altına yapıyor ama yapacağını tüm ev ahalisine anons edip, bittiğini de bildiriyor ki, yanlış anlama olmasın, 7 gün 24 saat kaka yapıyor sanmayalım. Gülüyoruz.

Evet hala uyumuyor, hatta gece terörünü belirtileri gösteriyor, geçici olduğuna inanıp bitsin istiyoruz, ama Defne uykun geldi mi diye sorduğumuzda eliyle gözünü ovuşturup, eee eee diye yatıyor, sonra da kahkahalar atarak kaçıyor, “Yedin mi numaramı?” bakışı atıyor. Gülüyoruz.

Evet hala yemek püskürtmeyi seviyor, ağzını açmadığı günleri çoktan geride bıraktı, ağzında biriktirip topluca çıkarıyor, çok az yiyor, çok zor yiyor, ama memmeeek diye bağırarak zeytin istiyor, ve çekirdeğini kendi başına çıkarıp yiyebiliyor. Gülüyoruz.

Evet hala büyük bir insan gibi yürümüyor, ama hottaaaa hottaaaa diye sekerek, tik tak tik tak diye sallanarak, pıtı pıtı diyip dansederek, ya da aaaaaaaaaiiiiaa diye deli bağırarak koşarabiliyor. Gülüyoruz.

Evet hala onu giymem, bunu giyeceğim diye kıyamet koparıyor, ama siyah botlarını giyince baaaak diye herkese ayağını gösteriyor, ya da astronot montunu giyince başından ayağına kadar eğilerek baaaak diyor, altına şort üstüne palto giymek istiyor. Gülüyoruz.

Evet hala koca kız gibi konuşmuyor, ama önüne memmek koyunca, annieeaaaa kakaal diye çatalını istiyor, dışarı çıkarken kankaaa diye illa çantasını takıyor, babaaaammm babaaaamm diye şarkı söylüyor. Gülüyoruz.

Hep gülmüyoruz ama. Çok zorlanıyoruz. Deliriyoruz. Kızıyoruz. Sabrımız bitiyor. Bunalımın eşiğine gidiyoruz, iki çikolata, bir kahveyle geri dönüyoruz. Bazen herkes çocuğunu güzel güzel büyütüyor, biz mi beceremiyoruz diye sorguluyoruz. Ama mutlu ya, gülüyor, dansediyor, kaçıyor, kucaklıyor, ve evet iletişim kuruyor, anlatıyor, anlamaya çalışıyor ya, yetiyor. Çok klişe ama delirmiyorsan o kahkahalar sayesinde. Bir eşik var. Orası sınır. Gidiyorsun ve hep dönüyorsun. Neyseki.

Bir de elele tutuşup yürüyoruz ya bazen, yumuşacık, sıcacık.

Yetmez mi?

Bir de artık kirli çamaşırları makineye atmayı öğrendi ya, büyük rahatlık valla. Çorabını çıkar ver eline, yolla çocuğu:)

Tamam tamam o kadar iğrençleşmiyoruz, ama yere çıkarırsan affetmiyor. Bişey eeh eeh olmuşsa, iyi ihtimal makineye, kötü ihtimal çöpe:)

Sevdim ben bu bir buçuk yaşı!

 

 

Dün bir film izledim. Hayır, hayatım değişmedi.

Dün bir film izledim. Hayır, hayatım değişmedi. Ama kafam karıştı. Filmden değil. Düşündüklerimden.

Cloud Atlas – Bulut Atlası… Basında büyük yer bulan, her senenin Matrix gibi, Inception gibi olaylı bir filmi olur, acaba 2012’nin ki de bu mu diye merak uyandıran bir film. Farklı zaman dilimlerinde geçen ve paralel olarak anlatılan altı hikaye… Bazen yaşları, bazen cinsiyetleri ve her seferinde fiziksel özellikleri değişen aynı oyuncular… Azıcık bilim kurgu, biraz dram, geçmiş, gelecek. İyiydi, kötüydü, çok etkilendiğim yerleri de oldu, saçma bulduğum da. Filmin ana mesajı özetle “Elini taşın altına koy” denebilir belki, ya da ben öyle diyebilirim. Wachowski kardeşler, ya da Tom Tykwer  ne yapsa izlenir diyenler de var, çok eleştirenler, mesajını gözümüze fazla sokuyor diyenler de. Niyetim film eleştirmek değil- kaldı ki böyle bir yetim de yok. Niyetim tüm bu altı hikayenin içinden -filmin tüm mesajlarından bağımsız olarak- beni “Acaba bende yok mu?” diye düşündüren bir kavramdan bahsetmek: Tutku!

Belçika’daki savaşlar sırasında maddi açıdan istikrarsız bir hayat süren suskun bir besteci, Robert Frobisher. Hayatının bestesini yapmak için, hayatından bile vazgeçecek kadar “tutkulu”. O beste yapma anları, müzikle, müzik için delirme anları… Aklımı karıştırdı. Her böyle sahneyle karşılaştığımda olduğu gibi. O bestesi için, yemeden, içmeden, sevgiliden, zamandan, mekandan vazgeçerken ben düşündüm içimden hep. Benim böyle tutkuyla yaptığım bir şey var mı? Yok mu? Olmaması hayatı eksik mi yaşamak demek. Bir insana tutkudan bahsetmiyorum. Ölürcesine resim yapmaktan, delirerek müzik yapmaktan. Ya da illa sanat da olması gerekmez. Mesela lösemili çocuklara hayatını adamaktan. Ya da dünyanın herhangi bir yerindeki insanların hayatlarını değiştirmeye güç bulmaları için çaba sarfetmekten. Yok galiba dedim. İşimi düşündüm. Mimar olmasaydım, ölür müydüm, ben olmaz mıydım, yaşayamaz mıydım? İşimi çok sevsem de -bazen nefret de bu aşkın içinde- vazgeçilmez değil galiba. Bazen aramızda dalga konusu bile olsa belki sahnede olmak vazgeçilmez olabilirdi benim için. Tek başıma bağıra bağıra şarkı söylemek. Gözlerim kapalı. Ama hayal bile değil aslında. Doğuştan yeteneklere bağlı olduğu için. Ya da haftasonu ODTÜ’de Defne’yle mutlu mutlu gezerken gördüğümüz engelli kız için, Güney’le dayanamayıp gizli gizli döktüğümüz gözyaşlarından sonra -o da minik bir çocuk, Defne’den ne farkı var ki, onun annesi babası neler hissediyor ki, biz Defne’nin ateşinin çıkmasına dayanamazken- biz, bizden başkası için hiçbir şey yapmıyor muyuz acaba’ları sorgularken, eve dönüp unuttuğumuz için. Tutkuyla kalbimizden geçenlere, beynimizle de bağlanmadığımız için…

Eksik hissettim kendimi. Hayatta hiçbirşeyi, deli bir müzisyen gibi, bağlanmaya değer bul-a-madığım için. O cesaretim olmadığı için.

Robert Frobisher’ı Ben Whishaw oynuyordu. Hani Koku filminde oynayan. Belki kafamda hala o filmdeki tutkulu halleri olduğu için geri planda, etkiledi beni. Yoksa o dağınık saçları, o karizmatik tavırları falan değil. Bak valla değil Güney:)

İleride çocuğunu baleden, tenise, resimden, at binmeye taşıyan annelerden olmasam da, Defne’ye keşke bir şeye gönülden bağlanmanın tadını anlatabilsem. Ya da hadi kızım parktaki çöpleri toplayacağız, çevreci olacağız annelerinden olmasam da, sana mantıklı gelmeyen birşey varsa, onu değiştirecek gücün de var, büyük oyna diyebilsem. O istese, çok istese. Ve mutlu olsa. Çok mutlu. Kimbilir belki o bana anlatır.

 

Bir 17.ay, bir bayram, bir doğumgünü yazısı!

En son doğumgünüm olsa da sıralamada, yoo hayır, ilk ondan başlayacağım! Doğumgünlerini severim hep. Niyeyse en kutlanacak şey o gibi gelir. Bayramlarda mesela, biraz da içim buruk olur hep, hani reklamlarda elinde çikolatasıyla çocuklarını bekleyen yaşlılar olur ya, işte o görüntülerle dolu olur beynimin bir tarafı. Bayramların insanları beklentiye soktuğunu düşünürüm. İşte tam da o yüzden insanları mutlu ettiği kadar, mutsuz ettiğini de. Evlilik yıldönümü de öyle, sevgililer günü de. İnsanların birşey beklemediği günlerde aldığı hediyelere, yaşadığı süprizlere daha içten sevindiğine inanırım. Yılbaşı. Eh, o biraz daha farklı. Belki her taraf süslendiğinden. Dünya gözüme daha bir güzel gözüktüğünden. Yeni başlangıçlar, illa ki yapacağım listeleri için heveslendirdiğinden. O süreci severim ama yılbaşı gecesi eğlenmek “zorunda” kalır gibi gelir herkes.

Doğumgünü öyle gelmez. Bir insanın, sevdiğin, değer verdiğin bir insanın bu dünyaya gelmesinden daha kutlanası birşey gelmez aklıma. İlla bir parti, hediyeler, şaraplar, yemekler gerekmez. Hatta bazen başka biri bile gerekmez. İnsan kendi kendine bile kutlayabilir. Bu hayata geldiği için, bu hayatı yaşadığı için, bu hayatta sahip oldukları için… Şükrederek… İlla istiyorsa bir keke bir mum koyup üfleyerek. Ama seni sevenler varsa yanında, sevgilin, kızın, ailen, artık ailenin bir parçası olmuş arkadaşların… O zaman işte dünya o gün muhteşem bir yer olur. Dünya senin çevrende döner. Hep gülersin. Bir gün. Yeter, artar bile. Başka bir sevdiğinin doğumgününe kadar.

İyi ki doğdum, ailemin kızı, Güney’in sevgilisi-karısı, Defne’nin annesi, Kaan’ın teyzesi, bir sürü insanın arkadaşı oldum.

Bayram? Tam bayramdı. Çoluklu çocuklu, anneli-babalı, büyüklere gidip el öpmeli. Harçlık toplamalı. Tabi ki bana değil. Bence insan çocuğu da olsa hala çocuktur ve kendinden büyüklerden harçlık almaya devam etmelidir. Yoksa hala 32 yaşında, Defne’nin harçlıklarını kumbarasına mı atsam, cebime mi atsam,  ileriye yatırım mı yapsam, yoksa direk Zara’ya mı yatırsam diye vicdan muhasebesi yaşıyor. Kişisel gelişimim adına hoş değil!

Ve anladık ki yine, Defne kalabalıkla ne mutlu. Evde anneanne yemek yapsın, dede günde 3 kere parka götürsün -ve bunu yaparken “Neee sabahın yedisinde parka mı gidilir?!” ya da “Neee köpeklere yemek vermek için o kadar yol mu yürüyeceğiz?!” ve hatta “Bir tahterevallide -hele de karşında kimse yokken- 100 kere in çık yapılır mı, ne saçma?!” diye annesi gibi car car söylenmesin, Kaaaan diye bağırarak sürekli peşinde gezeceği, ama Kaan onun peşine düşerse rahatça cırlayacağı kuzeni yanında olsun, gak deyince annesi, guk geyince babası, heyyyt deyince teyzesi koşsun, evin her yeri yatak olsun, her birine çıkıp yatıp yuvarlansın, her hareketine alkışlar eşlik etsin, totosunu tuvalet kağıdıyla siliyor diye -giyinikken-, çatal kaşığıyla yemek yediği için, pıtı pıtı dansı, otur-kalk dansı, tiktak dansı yapabildiği için, iki parçalı hayvan puzzle’larını -evet yanlış duymadın, iki parçalı!- yapıp, bir seferde filin totosuyla, kafasını bulup birleştirdiği, gergedan(!) diyebildiği için sürekli toplu tezahürat alsın! Hayat Defne’ye güzel!

 

Peki 17 aylık Defne ne mi yapıyor? Artık “şunu yiyor, bunu içiyor” lar pek anlamlı değil galiba. Onun yerine şuna kızıyor, buna fena trip atıyor, sinirlendi mi ooo çok fena kaçın!’ları anlatma zamanı! Ben -neye dayanarak bilmiyorum- , bu bebek dediğin şeyin en azından 2 yaşına kadar pek akıllı şeyler olacağını düşünmüyordum. Dediklerimizi anlamaz, anlasa da yapamaz, yapabilecek olsa da niye yapsın, hazır bir sürü insan onun için yapıyor zaten, sanırdım. Hadi gezmeye gidiyoruz dememle, koşup kıyafetlerini getirince, yapmadan “kaka” diye belediye anonsu gibi ilan edip ardından kaka yapınca, kirli bezini torbaya koyunca elimizden kapıp çöpe atınca, biraz şaşırdım tabi.

Ya da şu diyaloğu yaşayınca.

Defneee sen kuzu musun?

Me.

Defneee sen inek misin?

Mö.

Defneee sen köpek misin?

Hov.

Ama hala Defneee senin uykun geldi, kafa gitti deyince heyecanla sarılıp kafasını tutacak kadar da şapşal!

Bir de şu 2 yaş sendromu 2 yaşını bitirince mi başlıyor, yoksa küçükken büyük gözükmek isterdik de, yaşımızı sorana 8.5 dan 9 derdik ya, onun gibi 1.5 tan 2 olunca mı? Bunu giymem, giydi mi çıkarmam, bugün illa yeni ayakkabımı giyerim, yarın belli olmaz, 2 numara küçük ayağıma girmeyen ayakkabımı giyeceğim diye ağlarım, evde atkı, dışarıda t-shirt giymek isterim’ler başladı da!

Erken başlarsa erken biter mi, yoksa 2.5 dan 3 olmadan hayatta geçmez mi? İyi haberlerinizi bekliyorum. Bak tatlı ısmarlayacağım.

Not: Fotoğrafların en güzelleri için Bajak’a milyon öpücük! Ama o öyle kuru kuru öpücüklere kanmaz, tamam tamam tatlı, ev yapımı makarna, artık ne istiyorsan:)

Defne Ç. Bir Ankara Bebesi

İlk kelimeler çıkmaya başlayınca ağzından bir heyecan oluyor tabi. Ciddi bir heyecan. Hatta biraz abartılı bir heyecan. Çocuğun ağzından A çıksa “Anne mi diyor oolum bu?”, kafasına göre sıkıldığı için “ba ba ba baaa” diye sesler çıkarsa “Hahaaayt ilk baba dedi!” diye cümle aleme duyuruyorsun. Mam-ma dedi, ehh ehh dedi, al dedi, ver dedi derken akşam telefonda annenle şöyle bir konuşma yaparken yakalıyorsun kendini:

T: Defne konuşuyooor!

A: Öyle mi ne dedi?

T: Anneee, Defne anne dedi!

A: Aaa gerçekten mi, anne diye açık açık söyledi mi?

T: Ya tam açık değil de anniiiaaa dedi, ya da annn-ni ya da öyle birşeyler.

A: Peki bir kere mi dedi, hep mi diyor?

T: Yani hep derken, hep anniiieaa demiyor, ama arada bir, dün dediydi, bugün dedi mi ki, diyor ya, Gamze (bakıcı)söyledi. Bak valla.

Sonra cümle aleme ispat dönemi başlıyor. Hadi Defne anne demiştin ya kızım, bir daha de. Bak baba diyorsun ya ne güzel, söyle de baba duysun. Dede de evladım dede. Papağan diyordun ya eşek sıpası geçen gün papağan diyen su diyemez mi rezil etme beni şurada. Hah ne güzel, evet, geeeel, alll, veeerrr. Düşşş- tü derken ş’lerde tükürme çocuğum. Gel, git.. Mütemadiyen ıhh-ıhh-ııh. Ihh demesene Defnecim, göster bebeğim, hadi söyle istediğin şeyin adını. Tut, attııı, dede, gittiii, tediiii, havhavhav’lar çoğaldıkça havalara giriyor haliyle insan. Ağzından çıkan her kelime fonetik olarak öyle doğru, gramer olarak öyle yerli yerinde geliyor ki sanırsın, bağlaya bağlaya paragraflık cümle kuruyor. O incenik sesiyle de güzel güzel telefuz ettikçe her kelimeyi, içinin yağları eriyor. Sanki karşında Güler Kazmacı..

Ta ki içindeki Angara bebesi ortaya çıkana kadar!

Oturuyor musun koltukta, gak, toka mı var elinde hemen dokayı dak, elinden tutmaya mı çalıştın yolda bıraghhh, fularını mı gördü dolapta, çok heyecanlı bir sürü dak dak dak, karnı mı acıktı, gek yap, oyuna mı çağırıyor seni geh geh!

İnsanda bir hayalkırıklığı, bir kendini sorgulama süreci oluyor tabi! Hayır, gayet kibar bir aileyiz, ne olmuş yani Maraşlıysak, Kayseriliysek- hayır Gayserili değiliz tabi ki- bildiğin İstanbul Türkçesi konuşuyoruz ailecek. Bakıcı dersen, kızcağız düzgün düzgün konuşuyor, ne şive, ne birşey. Hem benim babam edebiyat örtmeni ooluum! Ne oolum mu dedim, yok canım, ağzımdan kaçmış, güzel arkadaşım diyecektim. Ben şiirlerle, romanlarla büyüdüm diyecektim. Babası desen, bir Orhan Pamuk olmayabilir, Nobel’e aday olamamış olabilir, bilimkurgu kitapları hortlayana kadar, Cin Ali’de kalmış olabilir, ama Asimov’un Vakıf serisini bir çırpıda okudu valla! Dile kolay 7 kitap. Hem bana da anlattı biraz, bildiğin anlamış yani. TV karşısında, yemekte, uyumaya 5 kala, gözünün biri kapalıyken, ayıptır söylemesi WC’de falan okuyordu da insanın pek inanası gelmiyordu, anladığına.

Hayır şu nezih aile ortamımızda utanmadan gek diyorsun ya Defne, cık cık cık hiç yakıştıramıyorum.

Boşuna Defne Ç. dememişler demek ki sana.

Yarın öbürgün “Gak da gek yap kadın” demesin de. Ben ondan korkuyorum:)

Gittik,geldik: Mutlu anne=Mutlu bebek

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Mutlu anne=mutlu bebek!

İyi ki yapmışız, gitmişiz diyecek miyiz, bu bir hafta nasıl geçecek, herkes iyi olacak mı diye milyon soruyla gittiğimiz İtalya gezisinden döndük. Bu bir hafta çok çabuk geçsin Defne’ye hemen kavuşalım, hem de çok çabuk geçmesin bir sürü gezelim demiştim. Hepsi oldu! Milyon sorum cevap buldu. Bu bir haftada öğrendim ki bebekler gayet rahat ve cool yaratıklarmış -çok şükür-, o çook bağımlı göründükleri annelerine-babalarına bağımlı değil bağlılarmış sadece. Onların da kendilerine ait bir hayatları varmış ve anneleri bir hafta gitti diye oturup ağlayacak, yaslara batacak halleri yokmuş! -yine yürekten bir şükür- Elbetteki gece ağlayıp bağırdıkları, uyumak istemedikleri, iştahsız oldukları durumlar oluyormuş ama bu anne-baba varken de olağan olduğundan sorun yokmuş. Babaanne, bakıcı, akşamları amca-yenge desteği, komşu ziyareti ekseninde sürdürdükleri yaşamlarında gündüzleri park, bahçe gezmece, akşamları piyano çalıp eller havaya dansetmece varmış.

Amaa anne olacak kadınlar bebekler kadar cool olamayabiliyormuş, bebek fotoğrafları geldikçe mesajla, gözlerden su denen bir madde geliyormuş, yok artık daha neler, daha bir gün olmadı geleli demeye kalmadan o sular çeşmeye dönüşüyormuş. Burnunu koluyla silerken pek nezih bir görüntü sergilemiyormuş. Hergün mutlu olduğu haberlerini alınca önce derin bir ohh çekip, arkasından eller havaya fotoğrafları gelince “Noluyo oolum, hani anne-bebek özel ilişkisi, hani ayrılmaz göbek bağı, tamam oturup ağlama tabi, üzme anneyi de ama yani fotoğraflarda en azından göbek atacağına bir bay bay yap, bir öpücük falan at dimi?!” deliliğine vuruyormuş işi. -Bu çocuk bizi sevmiyo mu yoksa ulan? Yok artık, daha neler!-

Bir haftanın özeti bu işte! Tuba mağdur, Defne mağrur!

Kavuşma anı? Biz gece döndüğümüz için uyumuştu Defne. Sabah uyanınca uykulu, masum gözlerle kucağıma tırmanıp, sarılıp, başını boynuma gömdü ya. 10 saniyeydi ya. Olsun sarıldı ya. Seviyo olum bu kız bizi! Sonra kucağımdan inip sağa sola çekiştirmeye, koşmaya başladı ya, herşeyi geritip baaaaak diye gösterdi, bir de üstüne kahvaltımı yaptırmayıp, salona dansetmeye götürdü ya beni, ohhh bee! Hayat normale döndü!

Gelgelelim, ne yaptık, ne yedik, nerelerde gezdik biz bu bir haftada… Bizim asıl gidiş amacımız iş olduğu için öyle tüm Avrupa’yı gezdik geldik gibi bir durumumuz olmadı ama Güney 8 günde 4 otel, ben 6 günde 3 otel değiştirdik. Hayır, hiçbirinden kovulmadık. Güney 2 gün önce Pesaro’ya gitti. Ben uçakla, o trenle Venedik’e gelecekti. Ben yakama kırmızı karanfil takıp tren istasyonunda onu karşılamaya gidecektim. Venedik’te romantik bir buluşmamız olacaktı. Ta ki benim yola çıkacağım gece tren hangi istasyonda duruyormuş, haa St. Lucia mı, nasıl yani, o havaalanına yakın olan değil ki, e napacağız, nasıl yapacağız derken ayrı ayrı taksilere ciddi paralar bayıp otelde buluştuk, daha doğrusu Güney oteli bulamadı da ben onu sokaklardan topladım:) Olsun başlangıcı biraz karmaşık olmuştu, taksici 35 Euro mu cebine koyup üstüne bir de sinyorita yerine sinyora demişti ama Venedik’teydik. Dünyanın en romantik şehri. Birkaç günlüğüne genç sevgililer olacaktık. Rüya gibi-ydi, olmalıydı. Benim açımdan rüya gibiydi çünkü bir önceki gece 2’de evden çıkıp, hiç uyumadan tüm günü geçirdim! Ya da yarı uyur. Bayağı rüya işte. İtalyanların bir parmak espressoları bile çare olamadı derdime!

Muhteşem bir otelde kaldık. Bizce. Merkezde değil. Mestre bölgesinde. 9 odalı, minnacık bir yer. Ama bembeyaz. Ama her köşesinde çalıp eve götürmek isteyeceğin şeyler saklı. Bazıları biraz kocaman. Dev bir Starck vazo gibi. Mesela. Legrenzi Rooms adı. Bir de sahibi imzamı çok beğendi, tasarımcı mısınız dedi ya… Sanırsın Starck benim o anda. İşte otelden bir sürü ayrıntı…

Venedik güzel. Çok güzel. Her sokağında keşfedilecek milyon tane yer var. Evet, belki başka hiç bir yere benzemiyor. Hayatta bir kere mutlaka görmek lazım. Ama bizim için bu kadar-mış. Bu mevsimde bile deli gibi turist var. Arada sokaklarda kaybolup sessiz sakin tek başına yürüdüğün zamanlarda evet çok daha etkileyici ama sanki birşey eksik. Daha çok “oralı” insan, daha çok “oranın” yaşamını arıyor gözler. Bir ara acaba burada hiç “gerçek” insan yaşıyor mu, yoksa film platosu mu burası diye şüphe ettiğimiz bile oldu. Minnacık sokakta muhteşem heykeller yapan sanatçı kadınla sohbet ettiğimizde daha gerçekti belki. Ya da daracık sokaklardan geçip kaybolup, yorulup, taş merdivenlerde tek başımıza oturduğumuzda. Biz de turisttik sonuçta. Gittiğinizde Rialto köprüsünü görmeden dönmeyin, meydanda pizza yiyin, gondola binin -biz binmedik, onlarcası arka arkaya, içleri dopdolu gezip duruyorlardı-  diyecek halim yok tabi, ama bilumum su vasıtası ve otobüste geçen bilet alın mesela, 36 saatlik aldı biz, bayağı mantıklı oluyor:)

Venedik’te şansımıza Mimarlık Bienali de vardı. İkinci gün su yoluyla ortama iştirak edip, birkaç saat de olsa bienali de görebildik. Tekrar anladık ki Hollanda bu işte hep iyi, Norveç-Finlandiya hep ilginç, hep olaylı, Amerika gösterişli ve şaşırtıcı… Ve Türkiye maalesef yine yok.. Bunu söylemekten utanıyorum ama her serginin, her müzenin, her exponun en heyecanlı, en güzel, en vakit geçirilesi yeri hala çıkıştaki bilumum defter, kitap, kırtasiye satan mağazası benim için:) Acaba benim gibiler yüzünden mi Türkiye bu platformlarda hiç yok?!

İki günlük Venedik gezisinin akşamında trenle İş için gideceğimiz yere doğru yola çıktık. Küçük istasyon, daha küçük istasyon, sıvaları dökülmüş küçük istasyon, ışıkları kapalı küçük istasyon derken, akşam 8 gibi ışıkları yanmayan, camları kapalı, sıvaları dökük istasyonlu Montagnana’ya geldik. Verona yakınlarında bir kasaba-ymış. Trenden indik, ilk bulduğumuz bara taksi sorduk, kendi arabasıyla götürmeyi teklif etti. Taksi yokmuş, gerek de yokmuş, sonra öğrendik:) Küçücük bir ortaçağ kasabası. Tam böyle Yüzüklerin Efendisi’si mekanı ya da Game of Thrones. Kocaman bir kale, tüm duvarları, kuleleri korunmuş. Birkaç yerden köprülerle giriyorsun kasabaya. Çevresinde kocaman bir hendek. Taş yollar, tarihi evler, daracık sokaklar… İlk akşam pizza aldık bir amcadan. Hani böyle bir film olsa, bir amca da İtalyan pizzacıyı oynayacak olsa, o amca, bizim amca olur kesin.. İlk aldıklarımız yetmeyince, sonradan aldığımız pizzalar için kapatmak üzere olduğu dükkanda fırını açan, üstelik ısrarla para almayan ve hiç İngilizce bilmeyen amca!

Montagnana’da kalacağımız oteli iş için gittiğimiz firma ayarlamıştı. Zaten sırf o otel ve kasaba için Montagnana’yı tercih etmişler, fabrika başka bir kasabadaydı çünkü. Aldo Moro. Otel muhteşem. Eski. Ağır. Benim tarzım değil. Ama hikayesi var. Kokusu var. Her sabah 7’de de akşam 11’de  de sizi güleryüzle ve takım elbise kravatla karşılayan sahibi var. Saçları bembeyaz. Ve muhteşem bir restoranı. Ben yemek konusunda çok açık fikirli biri değilim. Et yemem. Deniz ürünlerine pek düşkün değilim. Tavuk Avrupa’da pek yaygın değil. Diye değişik şeyler denemem- deneyemem pek. Ama yanılmışım. Hayatımda hiç havuç, kuş üzümü, fıstık ve ne olduğunu anlamadığım karışık şeylerle dolu hem tatlı, hem tuzlu birşey yiyip bu kadar mutlu olmamıştım. Ve tabi çeşit çeşit ravyoli, makarna. Güney et yedi, ve hayatında yediği en güzel etlerden biri olduğunu söyledi. Ve tiramisu. Ev yapımı. Yediğim hiç bir tiramisuya hatta hiç bir tatlıya benzemiyordu ama muhteşemdi! Güney bile baklavayla yarışır dedi. Yeterince açık sanırım:) Başlangıçlarla gazlı şarap, yemekle kırmızı şarap, tatlı passitanosuz olmaz diye diye bu İtalyanlar bizi sarhoş etti! Hani olmaz da belki denk gelirse, Montagnana da yol üstündeyse mutlaka görmeli…

Sonraki günler, sabah kalk, fabrikaya toplantıya git, konuş konuş konuş, tartış, akşam otele dön, sonra yemek için buluş, konuş konuş konuş şeklinde geçti. Merak ediyorsan ne şifon gömleğimi ne topuklularımı giyemedim! Hava akşamları çok soğuktu, ben ona göre giyinmeyi akıl edememiştim, ve roze şarap oraların gözdesi değildi. Ve bu Avrupalılar yemeklerini 10’da yemesin lütfen. Çok acıkıyoruz, kafamız çalışmıyor.

Son gün ani bir kararla başka bir şehire, başka bir fabrika görmeye gittik, 2 saat git, fabrika gez, 2 saat dön, Verona’ya gel, trene bin, 1.5 saat git, Bolonya’ya gel. Ve işte! Tüm gezinin iyi ki program değişmiş de gelmişiz dediğimiz en güzel yeri!

Ben böyle yaşayan şehir seviyorum arkadaşım! O da ne demekse. Böyle her tarafta bir olay olsun, şehrin göbeğinde koca bir meydan olsun, orada habire ne festivali olduğunu anlamadığımız kapsamda konserler olsun, köşede biri pandomim yapsın, gençler bilmem ne tarihi binasının merdivenlerine oturup gitar çalıp, bağıra çağıra taşkınlık yapsın, siyahi arkadaşlar havaya ışıklı birşeyler fırlatıp tutup bize satmaya çalışsın, gezmeden otele dönerken eve dönüyormuş gibi yapıp pazara uğrayalım, makarna olur, parmesan peyniri olur, garip şekilli görmediğimiz meyve-sebze olur alışveriş yapalım, sonra bunları bavula nasıl sığdıracağız, akar mı kokar mı diye didişip duralım, Zara, Mango vs dışında hiç bilmediğim görmediğim butiklerde acaip havalı kıyafetler görüp, fiyatlarına dudağım uçuklasın, tasarımlı tasarımlı mağazalara iç geçirip “Ah ulan açacağız Başak’la kesin birgün böyle bir yer” diye hayal kuralım, istiyorum. Fikrimi soran olursa. Ve o hareketli hayatın içinde bir sürü çocuk da hep o karmaşanın içinde, sokaklarda ya. Bir de o karmaşanın yanıbaşında kocaman, ortasında havuzu olan, bir park var. Daha ne olsun. Çocuklu kadınım ben artık! Kocamla elele yürüyüp, romantik restoranlarda şarap içip yemek yesem de aklımın bir tarafında hep Defne. Burayı görse nasıl mutlu olurdu, şu adamlara çok gülerdi, şu parkta çok koştururdu…

Sevdik Bolonya’yı çok. Hatta favori şehir sıralamasında Barselona’nın arkasından ikinci sıraya oturttuk. Akşam ne yesek ne yesek diye dolaşırken küçük, karanlık ara sokakta Franco Rossi’nin restoranını çıkardı ya karşımıza, o restoran minicikti ama mum ışığı vardı, tabaklarımızın içinde herkese değişik el örmesi danteller vardı, özenle çeşit çeşit şarap ikram edildi, Güney’e mavi, bana pembe menü geldi, ve benimkinde fiyatlar yoktu ya, muhteşem yemekler yedik ya orada bir havalara girdik sorma. Ekstra puanları topladı Bolonya. Zaten Trip Advisor birşey birşey ödülüne layık görmüş, bir de John Grisham Broken kitabından iki satırcık bahsetmiş diye bilumum dillerde bir sürü kitabını koymuşlar ya, ben eksik mi kalacaktım? Bir de döndükten sonra öğrendim ki galiba bir de Michelin yıldızı varmış. Daha ne olsun, verdim puanları gitti!

Şimdi o kurduğum mum ışıklı, romantik yemekli, iki renkli mönülü hayali bozmak gibi olmasın da, o menüler geldi ya, başladık Güney’le okumaya, şunu mu yesek, bu nasıldır diye, sonra Güney fiks menü gibi birşey de var fiyatı bilmem ne dedi, ne fiksi yok oolum öyle birşey dedim,  olur mu yaa, beğendiğim et yemeği şu kadar para dedi, ya yok bende fiyat falan, bana yanlış menü mü gelmiş dedim. Tam garsooooon bana yanlış menü getirmişssiniz diye olay çıkaracakken, düştü bizde jeton! Neyseki! Bu ne arkadaşım, hesabı ben ödeyemez miyim, bu ne erkek egemenliğini destekleyici tavırlar böyle diye işi feministliğe vurmaya çalışsam da Güney yemedi:) Garson duysa o da yemezdi. Hayır, ben böyle menü sistemini biliyorum zaten, her yerde var, aaa sen ilk defa mı görüyorsun, hımmm falan diye üstüme geleceksen, gelme. Ben ilk defa görüyorum. Havamı atayım derken, rezilliğimi anlatıyorum. Sen de şaşırmış gibi yap. Lütfen. Ay bir de hesabı öderken -tabi ki Güney- bir de masama gül getirip bıraktılar. Aman bir havalar, bir şımarmalar! Anında öbür masalara baktım, herkese geliyor mu diye. Çıkışta hesabı ödeyen -tabi kocası- ama masasında gül falan olmayan, şişko ve çirkin bir teyze vardı, ohh nasıl rahatladım! Monaco prensesiyim galiba ben yaa! Ankara’da gelip masana gül koysalar, “Almicazzz oolum” diye çemkirirsin de Bolonya’dayız işte! Ortam romantik!

İş için ya da değil bir hafta Avrupa’da başbaşaydık ya, çocuksuzduk yaa, öyle romantik yerlerde yemek bile yedik, elele sokaklarda gezdik ya,  karı-kocadan başka sevgili de olduk mu? Olduk. Kesinlikle. Venedik’te çok ama çok saçma birşeyden kavga edip, küstük, 10 dakika somurtup, sonra barıştık ya, bayağı bildiğin sevgiliydik. 10 sene öncesine dönmüş gibiydik! Genç sevgililer! İnsan çocuktan sonra şöyle ağız tadıyla saçma birşey için kavga edip küsüp, hatta uzatıp, naz yapıp, surat asamıyormuş -annesin sen, küseceğine koşsana, Defne kaçtııı-, ohh be yaptık rahatladık. Küstükten sonra barışmak ne zevkliymiş yaa:)

Bir sonraki aşama yurtdışına Defne’yle gitmek! Challenge accepted:)

Not: Montagnana fotoğraflarını ben çekmedim. İnternetten buldum, ama kaynağı kaydetmemişim.