Currently Browsing: Yeme içme

Gittik,geldik: Mutlu anne=Mutlu bebek

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Mutlu anne=mutlu bebek!

İyi ki yapmışız, gitmişiz diyecek miyiz, bu bir hafta nasıl geçecek, herkes iyi olacak mı diye milyon soruyla gittiğimiz İtalya gezisinden döndük. Bu bir hafta çok çabuk geçsin Defne’ye hemen kavuşalım, hem de çok çabuk geçmesin bir sürü gezelim demiştim. Hepsi oldu! Milyon sorum cevap buldu. Bu bir haftada öğrendim ki bebekler gayet rahat ve cool yaratıklarmış -çok şükür-, o çook bağımlı göründükleri annelerine-babalarına bağımlı değil bağlılarmış sadece. Onların da kendilerine ait bir hayatları varmış ve anneleri bir hafta gitti diye oturup ağlayacak, yaslara batacak halleri yokmuş! -yine yürekten bir şükür- Elbetteki gece ağlayıp bağırdıkları, uyumak istemedikleri, iştahsız oldukları durumlar oluyormuş ama bu anne-baba varken de olağan olduğundan sorun yokmuş. Babaanne, bakıcı, akşamları amca-yenge desteği, komşu ziyareti ekseninde sürdürdükleri yaşamlarında gündüzleri park, bahçe gezmece, akşamları piyano çalıp eller havaya dansetmece varmış.

Amaa anne olacak kadınlar bebekler kadar cool olamayabiliyormuş, bebek fotoğrafları geldikçe mesajla, gözlerden su denen bir madde geliyormuş, yok artık daha neler, daha bir gün olmadı geleli demeye kalmadan o sular çeşmeye dönüşüyormuş. Burnunu koluyla silerken pek nezih bir görüntü sergilemiyormuş. Hergün mutlu olduğu haberlerini alınca önce derin bir ohh çekip, arkasından eller havaya fotoğrafları gelince “Noluyo oolum, hani anne-bebek özel ilişkisi, hani ayrılmaz göbek bağı, tamam oturup ağlama tabi, üzme anneyi de ama yani fotoğraflarda en azından göbek atacağına bir bay bay yap, bir öpücük falan at dimi?!” deliliğine vuruyormuş işi. -Bu çocuk bizi sevmiyo mu yoksa ulan? Yok artık, daha neler!-

Bir haftanın özeti bu işte! Tuba mağdur, Defne mağrur!

Kavuşma anı? Biz gece döndüğümüz için uyumuştu Defne. Sabah uyanınca uykulu, masum gözlerle kucağıma tırmanıp, sarılıp, başını boynuma gömdü ya. 10 saniyeydi ya. Olsun sarıldı ya. Seviyo olum bu kız bizi! Sonra kucağımdan inip sağa sola çekiştirmeye, koşmaya başladı ya, herşeyi geritip baaaaak diye gösterdi, bir de üstüne kahvaltımı yaptırmayıp, salona dansetmeye götürdü ya beni, ohhh bee! Hayat normale döndü!

Gelgelelim, ne yaptık, ne yedik, nerelerde gezdik biz bu bir haftada… Bizim asıl gidiş amacımız iş olduğu için öyle tüm Avrupa’yı gezdik geldik gibi bir durumumuz olmadı ama Güney 8 günde 4 otel, ben 6 günde 3 otel değiştirdik. Hayır, hiçbirinden kovulmadık. Güney 2 gün önce Pesaro’ya gitti. Ben uçakla, o trenle Venedik’e gelecekti. Ben yakama kırmızı karanfil takıp tren istasyonunda onu karşılamaya gidecektim. Venedik’te romantik bir buluşmamız olacaktı. Ta ki benim yola çıkacağım gece tren hangi istasyonda duruyormuş, haa St. Lucia mı, nasıl yani, o havaalanına yakın olan değil ki, e napacağız, nasıl yapacağız derken ayrı ayrı taksilere ciddi paralar bayıp otelde buluştuk, daha doğrusu Güney oteli bulamadı da ben onu sokaklardan topladım:) Olsun başlangıcı biraz karmaşık olmuştu, taksici 35 Euro mu cebine koyup üstüne bir de sinyorita yerine sinyora demişti ama Venedik’teydik. Dünyanın en romantik şehri. Birkaç günlüğüne genç sevgililer olacaktık. Rüya gibi-ydi, olmalıydı. Benim açımdan rüya gibiydi çünkü bir önceki gece 2’de evden çıkıp, hiç uyumadan tüm günü geçirdim! Ya da yarı uyur. Bayağı rüya işte. İtalyanların bir parmak espressoları bile çare olamadı derdime!

Muhteşem bir otelde kaldık. Bizce. Merkezde değil. Mestre bölgesinde. 9 odalı, minnacık bir yer. Ama bembeyaz. Ama her köşesinde çalıp eve götürmek isteyeceğin şeyler saklı. Bazıları biraz kocaman. Dev bir Starck vazo gibi. Mesela. Legrenzi Rooms adı. Bir de sahibi imzamı çok beğendi, tasarımcı mısınız dedi ya… Sanırsın Starck benim o anda. İşte otelden bir sürü ayrıntı…

Venedik güzel. Çok güzel. Her sokağında keşfedilecek milyon tane yer var. Evet, belki başka hiç bir yere benzemiyor. Hayatta bir kere mutlaka görmek lazım. Ama bizim için bu kadar-mış. Bu mevsimde bile deli gibi turist var. Arada sokaklarda kaybolup sessiz sakin tek başına yürüdüğün zamanlarda evet çok daha etkileyici ama sanki birşey eksik. Daha çok “oralı” insan, daha çok “oranın” yaşamını arıyor gözler. Bir ara acaba burada hiç “gerçek” insan yaşıyor mu, yoksa film platosu mu burası diye şüphe ettiğimiz bile oldu. Minnacık sokakta muhteşem heykeller yapan sanatçı kadınla sohbet ettiğimizde daha gerçekti belki. Ya da daracık sokaklardan geçip kaybolup, yorulup, taş merdivenlerde tek başımıza oturduğumuzda. Biz de turisttik sonuçta. Gittiğinizde Rialto köprüsünü görmeden dönmeyin, meydanda pizza yiyin, gondola binin -biz binmedik, onlarcası arka arkaya, içleri dopdolu gezip duruyorlardı-  diyecek halim yok tabi, ama bilumum su vasıtası ve otobüste geçen bilet alın mesela, 36 saatlik aldı biz, bayağı mantıklı oluyor:)

Venedik’te şansımıza Mimarlık Bienali de vardı. İkinci gün su yoluyla ortama iştirak edip, birkaç saat de olsa bienali de görebildik. Tekrar anladık ki Hollanda bu işte hep iyi, Norveç-Finlandiya hep ilginç, hep olaylı, Amerika gösterişli ve şaşırtıcı… Ve Türkiye maalesef yine yok.. Bunu söylemekten utanıyorum ama her serginin, her müzenin, her exponun en heyecanlı, en güzel, en vakit geçirilesi yeri hala çıkıştaki bilumum defter, kitap, kırtasiye satan mağazası benim için:) Acaba benim gibiler yüzünden mi Türkiye bu platformlarda hiç yok?!

İki günlük Venedik gezisinin akşamında trenle İş için gideceğimiz yere doğru yola çıktık. Küçük istasyon, daha küçük istasyon, sıvaları dökülmüş küçük istasyon, ışıkları kapalı küçük istasyon derken, akşam 8 gibi ışıkları yanmayan, camları kapalı, sıvaları dökük istasyonlu Montagnana’ya geldik. Verona yakınlarında bir kasaba-ymış. Trenden indik, ilk bulduğumuz bara taksi sorduk, kendi arabasıyla götürmeyi teklif etti. Taksi yokmuş, gerek de yokmuş, sonra öğrendik:) Küçücük bir ortaçağ kasabası. Tam böyle Yüzüklerin Efendisi’si mekanı ya da Game of Thrones. Kocaman bir kale, tüm duvarları, kuleleri korunmuş. Birkaç yerden köprülerle giriyorsun kasabaya. Çevresinde kocaman bir hendek. Taş yollar, tarihi evler, daracık sokaklar… İlk akşam pizza aldık bir amcadan. Hani böyle bir film olsa, bir amca da İtalyan pizzacıyı oynayacak olsa, o amca, bizim amca olur kesin.. İlk aldıklarımız yetmeyince, sonradan aldığımız pizzalar için kapatmak üzere olduğu dükkanda fırını açan, üstelik ısrarla para almayan ve hiç İngilizce bilmeyen amca!

Montagnana’da kalacağımız oteli iş için gittiğimiz firma ayarlamıştı. Zaten sırf o otel ve kasaba için Montagnana’yı tercih etmişler, fabrika başka bir kasabadaydı çünkü. Aldo Moro. Otel muhteşem. Eski. Ağır. Benim tarzım değil. Ama hikayesi var. Kokusu var. Her sabah 7’de de akşam 11’de  de sizi güleryüzle ve takım elbise kravatla karşılayan sahibi var. Saçları bembeyaz. Ve muhteşem bir restoranı. Ben yemek konusunda çok açık fikirli biri değilim. Et yemem. Deniz ürünlerine pek düşkün değilim. Tavuk Avrupa’da pek yaygın değil. Diye değişik şeyler denemem- deneyemem pek. Ama yanılmışım. Hayatımda hiç havuç, kuş üzümü, fıstık ve ne olduğunu anlamadığım karışık şeylerle dolu hem tatlı, hem tuzlu birşey yiyip bu kadar mutlu olmamıştım. Ve tabi çeşit çeşit ravyoli, makarna. Güney et yedi, ve hayatında yediği en güzel etlerden biri olduğunu söyledi. Ve tiramisu. Ev yapımı. Yediğim hiç bir tiramisuya hatta hiç bir tatlıya benzemiyordu ama muhteşemdi! Güney bile baklavayla yarışır dedi. Yeterince açık sanırım:) Başlangıçlarla gazlı şarap, yemekle kırmızı şarap, tatlı passitanosuz olmaz diye diye bu İtalyanlar bizi sarhoş etti! Hani olmaz da belki denk gelirse, Montagnana da yol üstündeyse mutlaka görmeli…

Sonraki günler, sabah kalk, fabrikaya toplantıya git, konuş konuş konuş, tartış, akşam otele dön, sonra yemek için buluş, konuş konuş konuş şeklinde geçti. Merak ediyorsan ne şifon gömleğimi ne topuklularımı giyemedim! Hava akşamları çok soğuktu, ben ona göre giyinmeyi akıl edememiştim, ve roze şarap oraların gözdesi değildi. Ve bu Avrupalılar yemeklerini 10’da yemesin lütfen. Çok acıkıyoruz, kafamız çalışmıyor.

Son gün ani bir kararla başka bir şehire, başka bir fabrika görmeye gittik, 2 saat git, fabrika gez, 2 saat dön, Verona’ya gel, trene bin, 1.5 saat git, Bolonya’ya gel. Ve işte! Tüm gezinin iyi ki program değişmiş de gelmişiz dediğimiz en güzel yeri!

Ben böyle yaşayan şehir seviyorum arkadaşım! O da ne demekse. Böyle her tarafta bir olay olsun, şehrin göbeğinde koca bir meydan olsun, orada habire ne festivali olduğunu anlamadığımız kapsamda konserler olsun, köşede biri pandomim yapsın, gençler bilmem ne tarihi binasının merdivenlerine oturup gitar çalıp, bağıra çağıra taşkınlık yapsın, siyahi arkadaşlar havaya ışıklı birşeyler fırlatıp tutup bize satmaya çalışsın, gezmeden otele dönerken eve dönüyormuş gibi yapıp pazara uğrayalım, makarna olur, parmesan peyniri olur, garip şekilli görmediğimiz meyve-sebze olur alışveriş yapalım, sonra bunları bavula nasıl sığdıracağız, akar mı kokar mı diye didişip duralım, Zara, Mango vs dışında hiç bilmediğim görmediğim butiklerde acaip havalı kıyafetler görüp, fiyatlarına dudağım uçuklasın, tasarımlı tasarımlı mağazalara iç geçirip “Ah ulan açacağız Başak’la kesin birgün böyle bir yer” diye hayal kuralım, istiyorum. Fikrimi soran olursa. Ve o hareketli hayatın içinde bir sürü çocuk da hep o karmaşanın içinde, sokaklarda ya. Bir de o karmaşanın yanıbaşında kocaman, ortasında havuzu olan, bir park var. Daha ne olsun. Çocuklu kadınım ben artık! Kocamla elele yürüyüp, romantik restoranlarda şarap içip yemek yesem de aklımın bir tarafında hep Defne. Burayı görse nasıl mutlu olurdu, şu adamlara çok gülerdi, şu parkta çok koştururdu…

Sevdik Bolonya’yı çok. Hatta favori şehir sıralamasında Barselona’nın arkasından ikinci sıraya oturttuk. Akşam ne yesek ne yesek diye dolaşırken küçük, karanlık ara sokakta Franco Rossi’nin restoranını çıkardı ya karşımıza, o restoran minicikti ama mum ışığı vardı, tabaklarımızın içinde herkese değişik el örmesi danteller vardı, özenle çeşit çeşit şarap ikram edildi, Güney’e mavi, bana pembe menü geldi, ve benimkinde fiyatlar yoktu ya, muhteşem yemekler yedik ya orada bir havalara girdik sorma. Ekstra puanları topladı Bolonya. Zaten Trip Advisor birşey birşey ödülüne layık görmüş, bir de John Grisham Broken kitabından iki satırcık bahsetmiş diye bilumum dillerde bir sürü kitabını koymuşlar ya, ben eksik mi kalacaktım? Bir de döndükten sonra öğrendim ki galiba bir de Michelin yıldızı varmış. Daha ne olsun, verdim puanları gitti!

Şimdi o kurduğum mum ışıklı, romantik yemekli, iki renkli mönülü hayali bozmak gibi olmasın da, o menüler geldi ya, başladık Güney’le okumaya, şunu mu yesek, bu nasıldır diye, sonra Güney fiks menü gibi birşey de var fiyatı bilmem ne dedi, ne fiksi yok oolum öyle birşey dedim,  olur mu yaa, beğendiğim et yemeği şu kadar para dedi, ya yok bende fiyat falan, bana yanlış menü mü gelmiş dedim. Tam garsooooon bana yanlış menü getirmişssiniz diye olay çıkaracakken, düştü bizde jeton! Neyseki! Bu ne arkadaşım, hesabı ben ödeyemez miyim, bu ne erkek egemenliğini destekleyici tavırlar böyle diye işi feministliğe vurmaya çalışsam da Güney yemedi:) Garson duysa o da yemezdi. Hayır, ben böyle menü sistemini biliyorum zaten, her yerde var, aaa sen ilk defa mı görüyorsun, hımmm falan diye üstüme geleceksen, gelme. Ben ilk defa görüyorum. Havamı atayım derken, rezilliğimi anlatıyorum. Sen de şaşırmış gibi yap. Lütfen. Ay bir de hesabı öderken -tabi ki Güney- bir de masama gül getirip bıraktılar. Aman bir havalar, bir şımarmalar! Anında öbür masalara baktım, herkese geliyor mu diye. Çıkışta hesabı ödeyen -tabi kocası- ama masasında gül falan olmayan, şişko ve çirkin bir teyze vardı, ohh nasıl rahatladım! Monaco prensesiyim galiba ben yaa! Ankara’da gelip masana gül koysalar, “Almicazzz oolum” diye çemkirirsin de Bolonya’dayız işte! Ortam romantik!

İş için ya da değil bir hafta Avrupa’da başbaşaydık ya, çocuksuzduk yaa, öyle romantik yerlerde yemek bile yedik, elele sokaklarda gezdik ya,  karı-kocadan başka sevgili de olduk mu? Olduk. Kesinlikle. Venedik’te çok ama çok saçma birşeyden kavga edip, küstük, 10 dakika somurtup, sonra barıştık ya, bayağı bildiğin sevgiliydik. 10 sene öncesine dönmüş gibiydik! Genç sevgililer! İnsan çocuktan sonra şöyle ağız tadıyla saçma birşey için kavga edip küsüp, hatta uzatıp, naz yapıp, surat asamıyormuş -annesin sen, küseceğine koşsana, Defne kaçtııı-, ohh be yaptık rahatladık. Küstükten sonra barışmak ne zevkliymiş yaa:)

Bir sonraki aşama yurtdışına Defne’yle gitmek! Challenge accepted:)

Not: Montagnana fotoğraflarını ben çekmedim. İnternetten buldum, ama kaynağı kaydetmemişim.

 

Karpuz sezonu açılsııın!

Biz evde olduğumuz için, bizi çok sevip her dakikayı birlikte geçirmek istediğinden midir, yoksa bize gıcığı var, dur şunlara bir rahat yüzü göstermeyeyim dediğinden midir, her pazar sendromumuz var bizim. Uyumayan koca gözlü minik bir baykuş, türlü numaralar deneyen anne-baba! Defne gün sonunda artık bayıltılarak arabada gezdirilip uyutulur, anne-baba müzik dinler, sohbet eder. İlk sevgililik zamanlarındaki saatlerce arabada oturup triplendikleri flörtöz günler gibi! (evet biz gençken triplenmek diye birşey vardı!)

Neyse işte yine böyle sendromlu bir pazarın arkasından, pazartesi de bakıcı izinli olursa, annenin akşama kadar Defne’nin peşinde koşmaktan pili bitmiş olursa, Defneee azıcık totonun üzerine otur, bak valla arada zevkli bile olur diye söylenip durursa, Güney’in gelişini dört gözle beklerken dur şu kıza bir karpuz vereyim belki oyalanır derse ve aşağıdaki görüntüler ortaya çıkarsa nolur?

Tuba sıfırlanır, başa döner, enerji tavan yapar, karpuza çatal batıran bir yumuğa tekrar aşık olur! Herkese bunu anlatır durur!

Bu minnaklar kesin çok akıllı, son sınırı biliyorlar ve illaki o anda bir numara yapıyorlar. İlk videonun sonunda bir türlü batıramadığı karpuzu çatala eliyle takıp öyle yiyen minik kız biraz şapşal mı göründü sana? Evet birazcık olabilir.

Hamur yapmak mı? Benim işim!

Yeni bir yer açılmış, hadi orada yemek yiyelim. Aa bu yediğimizde ne var, hadi evde deneyelim. Döküm tavada yemek çok güzel oluyormuş, hadi alalım. Bilmem ne küçük ev aleti süper işler çıkarıyormuş, hemen bir tane kapalım. Ya mutfakta yer kalmadı, azıcık duralım.

Anladın, evet, bunlar biziz. Mutfakta zaman geçirmeyi seven, yeni şeyler deneyen bir aile. Doğum hediyesi olarak kocam bana pırlantalar, trialar almadı da Kitchen Aid aldı diyeyim sen durumumuzu anla. Pırlanta da sevmem zaten. Tabi bütün bunlar Defne’den önceydi. Mutfakta yine çok vakit geçiriyoruz. Ama içerik biraz değişti. Artık konsept Defne’ye yemek yedirmek ve o süreçten geriye kalan enkazı toparlamak üzerine kurulu:)

Geçen cumartesi eski günleri yadelim dedik, makarna ve pizza yapma kursuna gittik! Peperoncino diye güzel mi güzel bir İtalyan restoranında. Ve yetenekli, eğlenceli, çok konuşan şefimiz Daniel Evangelista eşliğinde!  İtalyan ruhunun üzerine 10 senelik Türkiye baharatı ekle, işte o bizim şef!

Kursun konusu dolgu makarna ve pizza yapımıydı. İlk olarak pizza hamuruyla başladık. Malzemelerimizin hazır olduğu masalara geçtik, şefin söylediği oranlarla bir pizzalık bir hamur yapmaya başladık. Alt tarafı su, maya, un, tuz!

Ben yemek yapmayı severim. Elim de fena değildir. Yaptığım yenilebilir. Tamam çok hamurla haşır neşir olmamış olabilirim ama atomu da parçalamıyoruz sonuçta. Hem yanımda neyseki Güney var, en azından ondan iyi yapacağım kesin. Geri kalan 15 kişiden kötü bile olsam, durumu oradan kurtarırım. Diye düşündüm. Başladım hamuru yapmaya. Su çok oldu, un koy, un çok oldu, az daha su, aman şimdi de tuz az mı kaldı, diye hevesle yoğurup, ve hatta gaza gelip iyi olsun diye sevgimi bile katmaya başlamıştım (o da ne demekse!). Mutluydum, eğleniyordum, iyi iş çıkarıyordum. Ta ki şefin gelip Güney’in kulak memesi kıvamlı, tostoparlak, pürüzsüz hamurunu havaya kaldırıp, işte hepinizden bunu istiyorum dediği ana kadar! Benimki mi? Tamam, azıcık pütürlü olabilir, malzeme eklemekten biraz büyük olabilir. Şekli mi, aman ne farkeder canım, sonunda açıcaz zaten öyle kalmayacak ki? Yok yok Güney’inki acemi şansı. Dedim, kendimi rahatlattım, bedenen ve ruhen ravyoliye hazırlandım!

Bu defa biri ıspanaklı, biri sade iki hamur peşindeydik! Sonuç ne mi oldu? Hadi şimdi üstteki paragrafı bir daha oku. Tamam, belki hamur yoğurmada bir numara değildim, ne de olsa Kitchen Aid’im var, o benim için yapar ama hamuru açma işinde kesin bir numaraydım! Yanılmışım! Her aşamada şef geldi, Güney’in hamurlarını örnek gösterdi, yufka inceliğinde açtığı hamura övgüler yağdırdı, bizim karı-koca olduğumuzu öğrenince “kocan bu kadar iyi hamur yapıyorsa, sen ne demeye kursa geldin” diye gururumu kırdı. Olsun yılmadım, “ıspanak-lor dolgulu iki renkli ravyoli” adı altında 3 adet hilkat garibesi yaptım. Olsun ama sevgimi kattım! Güney mi? Bir tencere dolusu ravyoli yaptı.

Bir de ilk yaptığımız pizza hamurlarını, pizzacılar gibi açma seremonisi vardı ki ondan hiç bahsetmeyeceğim! Güney’in hamurunu havada dönerken gördüğüm anda ellerimi yıkamaya çoktan gitmiştim bile!

Kayserili olduğumu söylemiş miydim? Ve annemin muhteşem hamur işleri yaptığını? Peki ya muhteşem mantılarından bahsetmiş miydim? Genetik mi? Yalanmış.

Kursun sonunda neyseki kendi yaptıklarımızı yeme cezasına çarptırılmadık, Peperoncino’nun muhteşem pizzaları ve şarap eşliğinde günü noktaladık.

Şu beceremediğin şey ne diye merak ettiysen, üstüne bir de denemek istersen, al sana tarif. Yaparsan sonucu bana da bildir olur mu? Çok iyi yaparsan bu bahsi daha fazla konuşmayalım ama.

Pizza hamuru: (3 porsiyon için)

150 gr un

12 gr tuz

1 gr yaş maya

15 gr zeytinyağı

65 gr su

Makarna hamuru yapmak için %6 ve daha az proteinli un yeterliymiş ama pizzada daha proteinli un daha iyi bir seçenekmiş. Proteinli un daha iyi su tutarmış ve hamur daha elastik olurmuş. Şef pizza için %12.5 proteinli Eminoğlu Superlux un kullanıyormuş. Ha bir de hamur yaparken eldiven kullanmak iyiymiş, hamur yaşayan birşey olduğu için eldeki bakteriler bile kıvamını değiştirebilirmiş. Öyle 1 -2 porsiyonluk hamurda anlaşılmaz ama büyük miktarlarda önemli dedi.

Ravyoli hamuru: (1 porsiyon için)

65 gr un

Göz kararı su

2 fıske tuz

Dolgu makarnada yumurta kullanmıyormuş, normal makarna hamurunda 1 kg una 8 yumurta koyuyormuş. Bu sade hamur malzemeleri. Yeşil hamur için ıspanakları bir kaba koyup kapağını kapatıp suyunu salıp tekrar çekene kadar pişmesini bekliyormuş. Bu malzemelerin içine ıspanakları ekleyip yoğurunca yeşil bir hamur oldu.

İçi için:

Ispanak

Muskat

Parmesan peyniri

Yumurta

Lor yada ricotta peyniri

Açtığımız ravyoli hamurlarını 2 parmak genişliğinde kesip renk renk biraz örtüştürerek yanyana dizdik, içlerine bu malzemeden koyup kapattık. Kare kare kestik.

Ravyoli pişirirken püf nokta bol su ve biraz fazlaca tuzmuş. ! porsiyonu pişirmek için ideal olan 5 lt suymuş. Kaynayan suya atıp 3 dakikada çıkartmak, ve hangi sosla servis edilecekse o sosu sıcak tutup, içine direk atıp 30 sn birlikte pişirmek makbulmüş.

Ha bir de dersen ki loru bile evde yapacağım, 1 lt süte yarım limonu sıkıp kaynatıp süzecekmişssin ki o kadarı beni aşar arkadaşım!

 

 

Defne yemeğini kendi yer! Yersen:)

Tamam henüz çok başarılı olduğu söylenemez! Ama en azından çabalıyor. İşte bir “Defne ve Bulgur pilavı” hikayesi!

 

– Neee, artık yemeğimi kendim mi yicem?!!

 

 

– Kaşığın bu tarafını mı alcaktık ağzımıza?!

 

 

– Yok ya, annem böyle böyle yapıyodu sanki..

 

 

– Tabağı yaklaştırsam hayat kolaylaşır mı acaba?!!

 

 

– Hayır hiç kolaylaşmadı!

 

 

– Hah, oldu sanki!:)

Yapabiliyor işte, bu da görüntülü ispatı:)

 

Defne ek gıdaya nasıl geçti?

Ek gıdaya geçme süreci her anne, hatta baba ve tabi ki bebek için hem heyecanlı, azıcık da stresli bir süreç galiba. Bri sürü arkadaşım Defne’nin ek godaya nasıl geçtiğini soruyordu bir süredir. Elimden geldiğince anlatmaya çalıştım. Umarım faydası olur. Bunlar doktorumuzun önerileri ve bizim uygulamalarımız ve elbette ki Defne’nin onayladığı menü ve yeme şekli:) Zira bir bebeğe istemediğ birşeyi istemediği bir şekilde yedirmeye kalkışırsanız görürsünüz gününüzü!

Defne neredeyse 2-3 aylıkkenden beri hep bizimle masadaydı. Önce mama sandalyesinde yaqtar pozisyonda, sonra oturarak. Ek gıdaya geçme sürecinin yanısıra 6. aydan sonra boğazına kaçmayacak miniklikte tam buğday ekmek içi, kaşar peyniri, üzerine peynir, pekmez sürülmüş ekmek içi gibi şeyleri önüne koyduk, serçe gibi yemeye alıştı. Bir süre sonra salatalık, havuç vs verdik eline, onları kemirdi. Masada oturmaya, biz yemek yerken o da birşeyler yeme düzenine alıştı epeyce. Ama bu demek değil ki kendi yemeklerini kolayca ve hapur hupur yedi. Hep anlatıyorum zaten, Defne genellikle yemeklerini yer ama bazen neredeyse 45 dakika-1 saatte ve animasyonla, ya da birşeyle uğraşarak! Küçükken daha kolaydı ama büyüdükçe yemekte geçen süreyi boşa geçen süre olarak görmeye başladı galiba ki oyun ve animasyona aynı anda katılabilirse yiyor artık!:)

Bu süreç kimse için kolay değil ama zevkli yanları da çok. Şimdi dışarı da çıksak evde de olsak başka türlü yerinde hiç duramayan Defne yemek zamanı bizimle oturur, önüne koyduğumuz şeyi didikleyip yemeye uğraşır. Ayy ben şöyle yaptım, şunu başardım, sayemde böyle oldu demek istemiyorum zira bu 11 aylık annelik tecrübem bana şunu öğretti: Bu veletler birşey içinden gelmiyorsa ve istemiyorsa sen kuş da kondursan hiç bir şey olmaz!!:) Biz iyi kötü bir yerlere geldik, darısı soranların başına…

İşte bizim ek gıda maceramız!

Bizim doktorumuz gelişiminde bir sorun yoksa 4. ayda yavaş yavaş ek gıdaya geçmemizi, 6. ayı bekleyince bazı bebeklerin alışkanlıklarındna daha zor vazgeçip, ek gıdaya daha zor alıştıklarını söyledi. Biz de 4. ayı bitirince yavaş yavaş başladık. Tabi baştan belirteyim, geçiş sürecinde amaç bebeğin doyması değil, yein tatlarla tanışması olduğundan Defne’nin ana besin kaynağı hala anne sütü idi.

Allerjik reaksiyonları görmek açısından her hafta yeni bir gıda deneyerek başladık. Böylelikle hangi gıdanın gaz yaptığını, hangisinin yapmadığını da görebildik.

Doktor ek gıdaları çocuk oturur pozisyonda tercihen ana kucağı veya mama sandalyesinde vermemizi önerdi, yatarak değil. Biz Chicco’nun sıfırıncı aydan itibaren kullanılan Polly Magic mama sandalyesini almıştık, onu yarı yatar pozisyona getirip öyle yedirdik.

Ek gıdalara yavaş yavaş başladık. Ne verirsek verelim 1-2 kaşıkla başlayıp gittikçe artırdık. Yemediğinde ısrar etmedik.
1. Hafta: Öğleden sonra 3-4 gibi meyve püresi ile başladık.  Mevsim meyvelerini önerdi doktor. Kışın elma (Amasya) veya armut (Ankara), yazın  kayısı, şeftali ve nektarin. Biz hiç meyve suyu vermedik, direk püreyle başladık. Bu konuyu çok önemsiyordu doktorumuz, nasıl başlarsa öyle gider diye, çok şükür ki bu konuda bir sorun yaşamadık. Paşabahçe’nin cam rendesiyle amasya elmasını rendeleyip verdik. Pişirmedik, tanesini süzmedik. (Paşabahçe’yi de özellikle söyledim ki başka marka cam rende de almıştım, ama onun kadar iyi rendelemedi, aman canım rendenin de markası olur mu deme, dene bak görürsün:))

2. Hafta: Öğlen 12’de yoğurda başladık. . Yoğurdu evde mayaladım. Günlük keçi sütünü Pınar’ın organik yoğurduyla mayaladım. (Doktor illa keçi sütü olacak diye birşey yok, normal süt de olur dedi, ama ben çok bilip çok araştırıyorum ya keçi sütüyle yaptım!:)) Baybmix markalı yoğurtları da verebilirsiniz dedi. Yoğurt yapamadığımda ya da dışarı gidiyorsak Babymix’leri de kullandım. Öğleden sonra saat 3-4 gibi meyveye devam ettim. Tercih ettiğim birşey değil ama meyve ve yoğurt verirken zorluk varsa her ikisine de bir çay kaşığı pekmez ilave edilebilir demişti doktor alışana kadar. biz de gerek kalmadı.

3. Hafta:  Sabah saat dokuz gibi kahvaltıya başladık. Kibrit kutusu kadar beyaz peyniri akşamdan suya koyup tuzunu aldık. Pınar beyaz da kullanılabilir demişti dr. Onu da kullandım bazen. Anne sütü, formül süt, bebek çaylarıyla (ıhlamur vs de olur) hazırlanabilir dedi doktor. Ben bir süre anne sütü sağıp hazırladım. 30 cc kadar yetiyordu da artıyordu bile. Tam buğday ekmeğinin içini minik minik süte koydum. Peyniri ezip ekledim. Ne çok cıvık ne katı,muhallebi kıvamında bir karışım yaptım. 1-2 kaşık ile başladım. 6. aydan itibaren haşlanmış yumurta sarısından 1 fındık büyüklüğünde koydum, giderek artırdım. 1 ay sonunda tam bir sarıya ulaştım. Bir çay kaşığı pekmez de ekledim.

Kahvaltı için karışım hazırlamaktansa tek tek vermek daha iyi bir seçenek aslında ama hem daha 4.5 aylıkken başladığımızdan peyniri falan kuru yiyemiyordu, hem de ayrı ayrı pek hoşlanmadı Defne başta. Karışım olarak yedirdim kahvaltıyı. Ama şöyle bir düzen oturttuk, önce masada biz de oturarak onun kahvaltısını yedirdik, sonra biz kahvaltımızı yaparken, kaşar peyniri, minik ekmek içi (tam buğday verdim, beyaz ekmek hamur olup boğazına kaçabilirmiş) gibi şeyleri önüne koyduk. Kendisi onları da yedi. Alıştıktan sora karışıma gerek kalmıyor zaten.

Çorbalara beşinci aydan itibaren başladım.

Çorba öğününü ,öğün kavramı geliştirme açısından öğlen 12 yani öğlen yemeğine koymakta yarar var diye önerdi doktorumuz. Bir ay evvel öğlen 12’de verilen yoğurt yerine çorba verdim. Yoğurdu öğleden sonra ara öğünü yaptım.

Çorbalara geçerken doktorumuzun önerileri: (Maddeler doktorun söyledikleri, parantez içleri kendi fikirlerimdir biline)

1. Çorbaları yaparken temel besin gruplarını kullanmaya dikkat etmekte yarar var.

2. Karbonhidrat, yağ, protein mutlaka kullanılmalı. (Başta et suyu, çorbalara iyice alışınca kıyma koydum.)

3. Yağ olarak zeytinyağı  bir yemek kaşığı veya 2 çay kaşığı tereyağ olabilir. (Genellikle zeytinyağı tercih ettim, organik zeytinyağı kullandım.)

4. Et suyu et tadına alıştırmak açısından önemli.Tavuk da kullanılabilir. Ama kırmızı et daha ön planda olmalıdır. (Tavuk henüz vermedim.)

5. Et suyu veya tavuk suyunu buzdolabında alt rafta bekletmek bakteri üretir. Onun için hergün taze yapmakta yarar var. Kemikli et ilikteki yağ nedeni ile çocuğa ağır gelebilir. İshal yapabilir. (Kontrafile alıp, kenar yağlarını da çıkarttırdım.)

6. Bonfile veya konturfile iyi olur. Eğer çok miktarda yapılır ise buzluklara konup dondurulabilir. (Benim her gün hazırlayacak imkanım olamadığı için hazırlayıp, hani buz yapmak için buzdolabı poşetleri var ya küçük küçük bölmeli ona koydum, her gün iki tane koydum çorbalara.)

7. Karbonhidrat olarak  un, bulgur, pirinç veya irmik kullanılabilir. (Tam buğday unu, organik bulgur, pirinç vs kullandım.)

8. Tuz kullanmayalım.Ancak bazı çocuklar tuzsuz asla yemiyorlar . O zaman bir çimdik kullanılabilir. (Tuz kullanmadım, biraz büyüyünce baharatlarla lezzetlendirmeye başladım.)

9. Evde yapılmış salçalar çok tuzlu değilse kullanılabilir. Hazır salçalar kullanılmamalı. (Ben yeni yeni domates koymaya başladım, salça kullanmadım.)

10. ASLA BLENDER VE ROBOT KULLANMAYALIM.

Bu konuya çok önem veriyordu doktorumuz. Hiç blender kullanmadım, mercimek çorbası dışında, ona başladığımızda da zaten ek gıdaya çoktan alışmıştı. Herşeyi cam rendede rendeleyip öyle pişirdim. Patates, havuç vs’yi her sabah rendelemek bayağı zor oldu (O havuçla patates ne sert ne güçlüymüş de haberimiz yokmuş, imkanı olan kocasına satsın bu işi derim:)) , epeyce kol kası yapıp, bayağı d asöylendim bu iş çok zor yahu diye, fırsat buldukça kimi bulduysam rendeleme işini ona sattım, koca, amca vs, amca sonuç çok iyi oldu. Pütürlü yiyecek sorunu yaşamadık hiç. Bir süre sonra rendelemeyi bırakıp çatalla ezmeye başladım zaten. Rahata erdim:)

11. Çatalla ezip kaşıkla verelim. Çorbaları biberonla vermeyelim.

12. Çorbaları az miktarda yapalım.Çocuk bir öğünde yiyebildiğini yer. Kalanını siz yiyebilirsiniz. (İtiraf ediyorum, kalanını hiç yemedim:))

13. Tadı güzel,Türk mutfafına uygun çorbalar yapalım. Sonuçta çocuğunuzun da bir damak tadı var. Yaptığınız herşeyi yemek zorunda değil. Beğenmediği tatlar olabilir. (Bu süreçte gördüm ki gerçekten damak tatları var! Defne’nin Mersin’de annemin yaptığı ev yapımı lahmacunalrı nasıl hüplettiğini önceden anlatmıştım:))

14. Karmakarışık sebzeleri bir araya koyup pişirmenin bir yararı yok. Çoğu emilmeden atılıyor.

15. Kullanacağınız sebzeler mevsime uygun ve turfanda olmayan sebzeler olmalı.

16. Havuç, patates ve kabak başlangıçta en sık kullanacağınız sebzeler olmalı.

17. Çorbalara iyice alışınca bir ay kadar sonra kıyma ilavesi yapalım. Çift çekilmiş dana kıymasını önceden yağsız tavaya konup su ile kaşıkla ezerek iyice pişirelim.Yağda kavurmak kıymayı sertleştirebilir. Çorbada kıymayı yedirmekte zorlanıyorsanız sadece kıymayı blenderden geçirip öyle çorbaya ilave edebilirsiniz. (Ha bak bunu unuttum, 1-2 hafta sadece kıymayı geçirdim blenderdan, sonra alıştı, ezerek pişirip ekledim.)

Başlangıç için 4 çorba önermişti doktorumuz. İşte tarifleri:

TARHANA ÇORBASI

Evde yapılmış toz tarhana kullanalım.Tarhanayı et suyu ile sulandıralım. Mevsiminde domates konulabir. Koyu kıvamda pişirelim. İçine biraz havuç vaya patates de rendelebilir. Yağı unutmayalım.

Defne tarhana çorbasını hiç sevemedi, hala da yemez. Ama ben 3-4 kere ara ara denedim. sonra pes ettim. belki yine da arada denemek lazım.

UN ÇORBASI

Bir yemek kaşığı un ile bir yemek kaşığı zeytin yağını hafifçe kavurup üzerine et suyu koyalım. Bu çorbaya da biraz havuç veya patates konulabilir.

Bu çorbayı çok sevdi. Hep havuç yada patates ekledim içine (cam rendede rendeleyip), sonraki zamanlarda kıyma da. Tam buğday unuyla yaptım.

SEBZE ÇORBASI

Yarım havuç, kabak, patates küçük bir tencereye rendelenir.Üzerine su, bir avuç pirinç, bulgur veya irmik konur.Bir parça da et konup güzelce pişirilir. Sebzeler iyice pişince et içinden alınır. Zeytinyağı eklenir. Diğerleri çatal ile ezilip verilir.

Bu çorbayı da çok sevdi. Bu zaten temel çorba oldu, zaman geçtikçe bilumum sebzelerle zenginleşti. Cam rendeden geçirince ezmeye gerek kalmadı, bir de ben etsuyu koyarak yaptım.

YOĞURT ÇORBASI

Henüz yumurta başlamadığımız için yumurta kullanmadan çorbayı pişirelim.Bir çay bardağı kadar yoğurt et suyu ile sulandırılır. İçine biraz un ve pirinç koyup iyice pişirelim. Üzerine yağ gezdirelim. İyi ufalanmış nane bile konulabilir.

Yoğurt çorbasını da pek sevmedi Defne. ama bir sürü başka arkadaşımın çocuklarının hevesle yediğini duydum.

Not: Bunlar bizim ek gıdaya geçiş sürecimiz, 7-8 aya kadar olan süreç, şimdi çok çeşitli şeyler yiyor. Bununla ilgili daha önce “Defne ne yer” yazısı yazmıştım.