Currently Browsing: Geziler

Van Gogh diyorum Van Dogh değil!

Pazar günü uzun zamandır aklımızda olan Cer Modern’deki Van Gogh Alive sergisine gittik. Uzun zamandır gitmekti de niyetiniz niye bugüne bıraktınız dersen, bu pazar son güneşli pazar, hadi Odtü’ye, yok asıl bu son güneşli pazar Hayvanat Bahçesi’ne, aaa yollar kar buz olursa taaa Nata Vega’ya nasıl gideceğiz, hadi bu pazar oradaki akvaryuma, ohooo yılbaşına bu kadar kala İkea’ya uğrayıp tüm süslerden almadan olmaz, hadi bu pazar İkea’yaya diye diye bugünlere geldik. Sanatla ilişkimiz biraz sığ mı göründü sana? Yoo, sığ biraz ağır bir kelime. Mevsimsel diyelim istersen. (Yazar burada, karı-koca mimar olduklarını, yıllarca sanat tarihi okuduklarını, bir müze binası görmek için Avrupa’nın bir ucundan bir ucuna günübirlik gittiklerini ama o zaman çok genç, çok hevesli olduklarının unutulup, sadece Türk olduklarının hatırlanmasını ve bu veriyle yargılanmayı talep etmektedir.)

Defne doğduktan sonra sanatla ilişkimizin Luli Tv’deki Van Dogh’la sınırlı olduğunu düşünürsek -hayır google’lamana gerek yok, tam da adından anladın işte, ressam bir köpek ve adı bingo! çok yaratıcı bir biçimde Van Dogh!- ve sanatsal eleştirilerimizin kaynağının “Van Dogh resmi düzensiz buluyor, düzeltip, tahmin etmekten istiyor.” dan ibaret olduğunu düşünürsek Defne kadar bizim için de heyecanlı bir deneyim olacaktı.

Pazar sabahı saat 10 olmadan -evet 10 olmadan, prensip olarak pazarları da erken kalkıp, günümüzü dolu dolu ve kaliteli geçirmeyi benimseyen bir aileyiz. Hayır, tabi ki öyle değiliz, Defneee lütfen 6’da kalkma artık, lütfen!- düştük yollara. Defne evden çıkarken, ayakkabılarını giymemek, iki eline iki ayrı eldiven giymek, kafasına benim yazlık hasır şapkamı takmak gibi eylemlerde bulunup ve bütün bunları yaparken işin içine bir miktar çığlık katarak  durumu sabote etmeye çalıştıysa da yılmadık!

Saat 10’da kimsecikler de olmaz, ooh rahat rahat gezeriz diye geldiğimiz sergide, kapıda onlarca ama onlarcaaa küçük çocuğu sırada görünce, bir içimiz ısındı, bir çocuk sevesimiz geldi, böyle bağırıp çağıran, gürültü yapanları tek tek esirgemek istedim. Kendimden! Anneyim diye huysuzluktan vazgeçecek değilim!

Sergi? Gerçekten heyecan vericiydi.  Heyecan vericiydi, çünkü kapkaranlık, çok yüksek tavanlı bir salondaydı. Heyecan vericiydi, çünkü işin içinde müzik vardı. Heyecan vericiydi, çünkü ekranları, duvarları, kolonları, tavanı ve hatta yeri de dolduran, coşkulu renkler ve canlı detaylar vardı. 3000’den fazla görüntü, dev boyutlarda her yere yansıtılmıştı, ve bu görüntüler durmadan  güçlü bir klasik müzikle senkronize şekilde oradan oraya akıyordu. Serginin sloganı “Çerçeve yok, içindesin.” idi. Gerçekten de o hissi yaşadık.

Defne mi? Beni bile şaşırtacak kadar çok ilgilendi. Beni bile diyorum çünkü Defne “değişik” olan herşeyi sever. Daha önce görmediği herşey, her yer onu heyecanlandırır. O yüzden hoşuna gideceğini zaten biliyordum ama bu kadar ilgileneceğini hiç düşünmemiştim. Hele de sergiye kafasında koca hasır bir şapka, ağzında emzik, elinde iki değişik eldiven ve Sultanahmet Köftecisi balonuyla, ve huysuz bir suratla geldiği düşünülürse! O huysuzluk geçti. Annieeaa çiçek, anniiea avaba, annieaaa guş diye her şeyi anonslu bir şekilde tüm sergi gezenlere gösterdi. Detayları çok anlaşılmayan resimlerde, bazen bizim görmediğimiz minik detayları farketti, yerdeki resimlere bakmak için yerlere yattı. Yüksekten geçen görüntüleri heyecan çığlıklarıyla karşıladı. Girişte uyarmışlardı, bazı çocuklar karanlıktan ve yüksek müzikten korkabiliyorlar diye, Defne belki de henüz küçük olduğu ve “korku” kavramını henüz çok da bilmediği için öyle bir sorun yaşamadık. O kapıda “esirgemek!” istediğim bir dolu çocuk da bizimleydi sergide. Hepsi yerlere oturmuş, kimisi ilgiyle izliyordu, kimisi sınıftaki Buse’nin en iyi arkadaşının kim olduğunu tartışıyordu. Defne’yi de onların yanına oturttum, sanırım kendisini sınıf atlamış gibi hissetti, aynı onlar gibi davranıp gülenle güldü, öksürenle öksürdü. Buse’nin en iyi arkadaşı için meniiim diye yorum bile yaptı.

Buse'nin en iyi arkadaşı konusunda tartışma yaşanıyor.

 

Arkadaşlarıyla sanat tartışıyor.

Defne de, biz de gerçekten keyif aldık. Çıkışta sıcak çikolata ve kahve, Divan Pastanesi çalışanlarının Defne’yle arkadaşlık edip, onunla oynamaları ve hatta Defne’ye yaptıkları ikramlar -Defne’ye verdik, siz yemeyin dediler, ne büyük nezaketsizlik!:)- keyfimizi ikiye katladı.

 

Hala görmediyseniz, bence gidin. Ufaklıkları da götürün.

Kar da yağdı. Kış planımızı açıklıyorum. MTA Tabiat Tarihi Müzesi, Rahmi Koç Müzesi, Anadolu Medeniyetleri Müzesi… E tabi Gordion, Cepa, Kent Park, İkea. Bilumum cafe ve arkadaş evleri! İştirakçileri bekliyoruz!

 

 

 

Hayvanlar alemine giriş 101

Pazar günü hava güneşliydi ya, her üç Ankaralı’dan biri gibi hayvanat bahçesine gittik. Diğer ikisi de Gölbaşı ve Eymir’e gitmişti. Defne artık teoride tek uyku uyuduğu, onu da öğlen uyuduğu, dışarıda, pusette falan uyuyamadığı, uyutmak için illa eve dönmek gerektiği için düşmedik sabahın köründe yollara, bildiğin heyecandan düştük. Daha önce bir kere daha gitmiştik, Defne küçüktü, hava 34 santigrat celcius’tu, öğlen saat 12’ydi, biz acemi anne-babaydık. Ağustosta öğlen saatinde “Serindir oralar, birşey olmaaaz” diye evde uyumayan Defne’yle cinnet geçireceğimize, beynimizi güneşte pişiririz diye atmıştık kendimizi oraya. Ama hayvanlar bizden akıllıydı. Hepsi efendi gibi yuvasına çekilmiş, totosunu devirmiş, dilini çıkarmış, yatıyordu, hiçbirini göremedik, uzaktan gözgöze geldiklerimiz de “Öyle boş boş bakma, gelmişsin buraya kadar madem, boş durma, buz gibi bir limonata ver de içelim” minvalinde bakışlar atıyordu da, gözlerimi kaçırdım! Allahın lamasına limonata mı yapacağım bir de?

Neyse efendim bu sefer akıllanmıştık, serin ama bol güneşli bir Ankara pazarında çıktık yola! Bu defa, hava idealdi, tüm havyanlar dışarıdaydı, sabah saat 10 olması itibariyle, bize “Aaa bugünkü kahvaltımız canlı yem mi, yaşasın!”  bakışları attılar biraz ama, yedirir miyim kızımı ben, anneyim ben anne! Bu bir buçuk yaş milleti biraz değişik bence. 6 aylık bebekle, 2 metrelik kaplana, el kadar sincapla, koca zürafaya aynı tepkileri verip, aynı muameleyi yapıyorlar! O  zürafa ne kadaaaaaaaar büyük, ne uzuuun boynu var, çok değişik değil mi sence de derken, bir bakıyorsun  bırakmış orayı, yerdeki sümüklü böcekle oynuyor, ya da babası heyecanla  “Kaplan ne kadar büyük ya, aslan mı büyük kaplan mı?” diye diye kafesler arasında koşarken -babası da heyecanlı tabi, her gün saatlerce seyrettiği, tüm özel hayatını bildiği, magazin ünlüleri onun için aslanlar,kaplanlar!- Defne yan tarafta gördüğü kedinin peşinden tediiii diye bağırarak koşuyor. Baksana evladım görmediğin hayvanlara, tedi bizim orada da var, havhavın peşinden parkta da koşarsın, sümüklü böceği cebine koyma çocuğum, annen onu pişirmeyi bilmiyor diye diye gezdik hayvanat bahçesini. Ama hakkını yemeyeyim, flamingolarla çok ilgilendi! 45 dakika başlarında dikilip, her “Annieeaaa, ıhh ıhhh.” cümlesine “Evet Defnecim flamingo, evet Defnecim çok güzel, evet kızım boynu ne uzun, evet Defnecim bence de kafalarını sağa sola garip garip çevirince çok komik oluyorlar….” diye cevap vermekten iflahım kesilince, aaa bak tediii diye koşturup, biraz kandırmış olabilirim. Bir de onlarca maymunun arasından biriyle çok ilgilendi. Ya da onlarca maymunun arasından biri, Defne’yle çok ilgilendi! Camın arkasından karşılıklı uzunca bir süre birbirlerini süzdüler, sonra maymun totosunu döndü gitti de yola devam edebildik.

 

Hava güzeldi, her yer koca koca sarı yapraklarla kaplıydı, ağaçlar rengarenkti, mutluyduk. Da o hayvanlar, o dar ve kötü kafeslerin içindeydiler ya, zeminleri hep betondu ya, o koskoca Atatürk Orman’ın da daracık yerlere sıkışmıştılar ya, onlar hiç mutlu değildi. Defne’nin gözlerine bakarken sevinçten, onların gözlerine bakarken üzüntüden öldük. Ankara gibi bir yerde, o kadar güzel, büyük ve gelişmiş bir orman varken, niye şartlar bu kadar kötü dedik dedik durduk. Ama o kadar. Elimizden başkası gelmedi. Gelir miydi ki? Aaaa Avrupa’da şöyle, bizde niye böyle değil, oralar şöyle muhteşem, böyle güzel, buralar niye değil, kıyaslamaları yapmayı sevmem -yaparım ama, o ayrı- hele de daha iyi olması için hiç bir çaba göstermezken, o hakkı kendimde bul-a-mam. Bu defa defalarca söyledim ama. Nurnberg’de bir hayvanat bahçesine gitmiştik, belki bir kaç dönüm arazide tamamen açık bir yerdeydi mesela aslan, çevresinde genişçe bir hendek. Olamaz mıydı burada da?

Hayvanat bahçeleri niye var? Gerçek hayatta göremeyecekleri hayvanları, orada seyirlik görmelerine ne gerek var? Doğal hayatında olmayanı, kitapta, belgeselde görse, doğal ortamında olanı da gerçekten doğal ortamında görse yetmez miydi? Diye sordum da sordum. Cevaplamadım ama.

Biz mutluyduk o gün. Gerisini erteledim. Hep öyle yaparım.

Gittik,geldik: Mutlu anne=Mutlu bebek

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Mutlu anne=mutlu bebek!

İyi ki yapmışız, gitmişiz diyecek miyiz, bu bir hafta nasıl geçecek, herkes iyi olacak mı diye milyon soruyla gittiğimiz İtalya gezisinden döndük. Bu bir hafta çok çabuk geçsin Defne’ye hemen kavuşalım, hem de çok çabuk geçmesin bir sürü gezelim demiştim. Hepsi oldu! Milyon sorum cevap buldu. Bu bir haftada öğrendim ki bebekler gayet rahat ve cool yaratıklarmış -çok şükür-, o çook bağımlı göründükleri annelerine-babalarına bağımlı değil bağlılarmış sadece. Onların da kendilerine ait bir hayatları varmış ve anneleri bir hafta gitti diye oturup ağlayacak, yaslara batacak halleri yokmuş! -yine yürekten bir şükür- Elbetteki gece ağlayıp bağırdıkları, uyumak istemedikleri, iştahsız oldukları durumlar oluyormuş ama bu anne-baba varken de olağan olduğundan sorun yokmuş. Babaanne, bakıcı, akşamları amca-yenge desteği, komşu ziyareti ekseninde sürdürdükleri yaşamlarında gündüzleri park, bahçe gezmece, akşamları piyano çalıp eller havaya dansetmece varmış.

Amaa anne olacak kadınlar bebekler kadar cool olamayabiliyormuş, bebek fotoğrafları geldikçe mesajla, gözlerden su denen bir madde geliyormuş, yok artık daha neler, daha bir gün olmadı geleli demeye kalmadan o sular çeşmeye dönüşüyormuş. Burnunu koluyla silerken pek nezih bir görüntü sergilemiyormuş. Hergün mutlu olduğu haberlerini alınca önce derin bir ohh çekip, arkasından eller havaya fotoğrafları gelince “Noluyo oolum, hani anne-bebek özel ilişkisi, hani ayrılmaz göbek bağı, tamam oturup ağlama tabi, üzme anneyi de ama yani fotoğraflarda en azından göbek atacağına bir bay bay yap, bir öpücük falan at dimi?!” deliliğine vuruyormuş işi. -Bu çocuk bizi sevmiyo mu yoksa ulan? Yok artık, daha neler!-

Bir haftanın özeti bu işte! Tuba mağdur, Defne mağrur!

Kavuşma anı? Biz gece döndüğümüz için uyumuştu Defne. Sabah uyanınca uykulu, masum gözlerle kucağıma tırmanıp, sarılıp, başını boynuma gömdü ya. 10 saniyeydi ya. Olsun sarıldı ya. Seviyo olum bu kız bizi! Sonra kucağımdan inip sağa sola çekiştirmeye, koşmaya başladı ya, herşeyi geritip baaaaak diye gösterdi, bir de üstüne kahvaltımı yaptırmayıp, salona dansetmeye götürdü ya beni, ohhh bee! Hayat normale döndü!

Gelgelelim, ne yaptık, ne yedik, nerelerde gezdik biz bu bir haftada… Bizim asıl gidiş amacımız iş olduğu için öyle tüm Avrupa’yı gezdik geldik gibi bir durumumuz olmadı ama Güney 8 günde 4 otel, ben 6 günde 3 otel değiştirdik. Hayır, hiçbirinden kovulmadık. Güney 2 gün önce Pesaro’ya gitti. Ben uçakla, o trenle Venedik’e gelecekti. Ben yakama kırmızı karanfil takıp tren istasyonunda onu karşılamaya gidecektim. Venedik’te romantik bir buluşmamız olacaktı. Ta ki benim yola çıkacağım gece tren hangi istasyonda duruyormuş, haa St. Lucia mı, nasıl yani, o havaalanına yakın olan değil ki, e napacağız, nasıl yapacağız derken ayrı ayrı taksilere ciddi paralar bayıp otelde buluştuk, daha doğrusu Güney oteli bulamadı da ben onu sokaklardan topladım:) Olsun başlangıcı biraz karmaşık olmuştu, taksici 35 Euro mu cebine koyup üstüne bir de sinyorita yerine sinyora demişti ama Venedik’teydik. Dünyanın en romantik şehri. Birkaç günlüğüne genç sevgililer olacaktık. Rüya gibi-ydi, olmalıydı. Benim açımdan rüya gibiydi çünkü bir önceki gece 2’de evden çıkıp, hiç uyumadan tüm günü geçirdim! Ya da yarı uyur. Bayağı rüya işte. İtalyanların bir parmak espressoları bile çare olamadı derdime!

Muhteşem bir otelde kaldık. Bizce. Merkezde değil. Mestre bölgesinde. 9 odalı, minnacık bir yer. Ama bembeyaz. Ama her köşesinde çalıp eve götürmek isteyeceğin şeyler saklı. Bazıları biraz kocaman. Dev bir Starck vazo gibi. Mesela. Legrenzi Rooms adı. Bir de sahibi imzamı çok beğendi, tasarımcı mısınız dedi ya… Sanırsın Starck benim o anda. İşte otelden bir sürü ayrıntı…

Venedik güzel. Çok güzel. Her sokağında keşfedilecek milyon tane yer var. Evet, belki başka hiç bir yere benzemiyor. Hayatta bir kere mutlaka görmek lazım. Ama bizim için bu kadar-mış. Bu mevsimde bile deli gibi turist var. Arada sokaklarda kaybolup sessiz sakin tek başına yürüdüğün zamanlarda evet çok daha etkileyici ama sanki birşey eksik. Daha çok “oralı” insan, daha çok “oranın” yaşamını arıyor gözler. Bir ara acaba burada hiç “gerçek” insan yaşıyor mu, yoksa film platosu mu burası diye şüphe ettiğimiz bile oldu. Minnacık sokakta muhteşem heykeller yapan sanatçı kadınla sohbet ettiğimizde daha gerçekti belki. Ya da daracık sokaklardan geçip kaybolup, yorulup, taş merdivenlerde tek başımıza oturduğumuzda. Biz de turisttik sonuçta. Gittiğinizde Rialto köprüsünü görmeden dönmeyin, meydanda pizza yiyin, gondola binin -biz binmedik, onlarcası arka arkaya, içleri dopdolu gezip duruyorlardı-  diyecek halim yok tabi, ama bilumum su vasıtası ve otobüste geçen bilet alın mesela, 36 saatlik aldı biz, bayağı mantıklı oluyor:)

Venedik’te şansımıza Mimarlık Bienali de vardı. İkinci gün su yoluyla ortama iştirak edip, birkaç saat de olsa bienali de görebildik. Tekrar anladık ki Hollanda bu işte hep iyi, Norveç-Finlandiya hep ilginç, hep olaylı, Amerika gösterişli ve şaşırtıcı… Ve Türkiye maalesef yine yok.. Bunu söylemekten utanıyorum ama her serginin, her müzenin, her exponun en heyecanlı, en güzel, en vakit geçirilesi yeri hala çıkıştaki bilumum defter, kitap, kırtasiye satan mağazası benim için:) Acaba benim gibiler yüzünden mi Türkiye bu platformlarda hiç yok?!

İki günlük Venedik gezisinin akşamında trenle İş için gideceğimiz yere doğru yola çıktık. Küçük istasyon, daha küçük istasyon, sıvaları dökülmüş küçük istasyon, ışıkları kapalı küçük istasyon derken, akşam 8 gibi ışıkları yanmayan, camları kapalı, sıvaları dökük istasyonlu Montagnana’ya geldik. Verona yakınlarında bir kasaba-ymış. Trenden indik, ilk bulduğumuz bara taksi sorduk, kendi arabasıyla götürmeyi teklif etti. Taksi yokmuş, gerek de yokmuş, sonra öğrendik:) Küçücük bir ortaçağ kasabası. Tam böyle Yüzüklerin Efendisi’si mekanı ya da Game of Thrones. Kocaman bir kale, tüm duvarları, kuleleri korunmuş. Birkaç yerden köprülerle giriyorsun kasabaya. Çevresinde kocaman bir hendek. Taş yollar, tarihi evler, daracık sokaklar… İlk akşam pizza aldık bir amcadan. Hani böyle bir film olsa, bir amca da İtalyan pizzacıyı oynayacak olsa, o amca, bizim amca olur kesin.. İlk aldıklarımız yetmeyince, sonradan aldığımız pizzalar için kapatmak üzere olduğu dükkanda fırını açan, üstelik ısrarla para almayan ve hiç İngilizce bilmeyen amca!

Montagnana’da kalacağımız oteli iş için gittiğimiz firma ayarlamıştı. Zaten sırf o otel ve kasaba için Montagnana’yı tercih etmişler, fabrika başka bir kasabadaydı çünkü. Aldo Moro. Otel muhteşem. Eski. Ağır. Benim tarzım değil. Ama hikayesi var. Kokusu var. Her sabah 7’de de akşam 11’de  de sizi güleryüzle ve takım elbise kravatla karşılayan sahibi var. Saçları bembeyaz. Ve muhteşem bir restoranı. Ben yemek konusunda çok açık fikirli biri değilim. Et yemem. Deniz ürünlerine pek düşkün değilim. Tavuk Avrupa’da pek yaygın değil. Diye değişik şeyler denemem- deneyemem pek. Ama yanılmışım. Hayatımda hiç havuç, kuş üzümü, fıstık ve ne olduğunu anlamadığım karışık şeylerle dolu hem tatlı, hem tuzlu birşey yiyip bu kadar mutlu olmamıştım. Ve tabi çeşit çeşit ravyoli, makarna. Güney et yedi, ve hayatında yediği en güzel etlerden biri olduğunu söyledi. Ve tiramisu. Ev yapımı. Yediğim hiç bir tiramisuya hatta hiç bir tatlıya benzemiyordu ama muhteşemdi! Güney bile baklavayla yarışır dedi. Yeterince açık sanırım:) Başlangıçlarla gazlı şarap, yemekle kırmızı şarap, tatlı passitanosuz olmaz diye diye bu İtalyanlar bizi sarhoş etti! Hani olmaz da belki denk gelirse, Montagnana da yol üstündeyse mutlaka görmeli…

Sonraki günler, sabah kalk, fabrikaya toplantıya git, konuş konuş konuş, tartış, akşam otele dön, sonra yemek için buluş, konuş konuş konuş şeklinde geçti. Merak ediyorsan ne şifon gömleğimi ne topuklularımı giyemedim! Hava akşamları çok soğuktu, ben ona göre giyinmeyi akıl edememiştim, ve roze şarap oraların gözdesi değildi. Ve bu Avrupalılar yemeklerini 10’da yemesin lütfen. Çok acıkıyoruz, kafamız çalışmıyor.

Son gün ani bir kararla başka bir şehire, başka bir fabrika görmeye gittik, 2 saat git, fabrika gez, 2 saat dön, Verona’ya gel, trene bin, 1.5 saat git, Bolonya’ya gel. Ve işte! Tüm gezinin iyi ki program değişmiş de gelmişiz dediğimiz en güzel yeri!

Ben böyle yaşayan şehir seviyorum arkadaşım! O da ne demekse. Böyle her tarafta bir olay olsun, şehrin göbeğinde koca bir meydan olsun, orada habire ne festivali olduğunu anlamadığımız kapsamda konserler olsun, köşede biri pandomim yapsın, gençler bilmem ne tarihi binasının merdivenlerine oturup gitar çalıp, bağıra çağıra taşkınlık yapsın, siyahi arkadaşlar havaya ışıklı birşeyler fırlatıp tutup bize satmaya çalışsın, gezmeden otele dönerken eve dönüyormuş gibi yapıp pazara uğrayalım, makarna olur, parmesan peyniri olur, garip şekilli görmediğimiz meyve-sebze olur alışveriş yapalım, sonra bunları bavula nasıl sığdıracağız, akar mı kokar mı diye didişip duralım, Zara, Mango vs dışında hiç bilmediğim görmediğim butiklerde acaip havalı kıyafetler görüp, fiyatlarına dudağım uçuklasın, tasarımlı tasarımlı mağazalara iç geçirip “Ah ulan açacağız Başak’la kesin birgün böyle bir yer” diye hayal kuralım, istiyorum. Fikrimi soran olursa. Ve o hareketli hayatın içinde bir sürü çocuk da hep o karmaşanın içinde, sokaklarda ya. Bir de o karmaşanın yanıbaşında kocaman, ortasında havuzu olan, bir park var. Daha ne olsun. Çocuklu kadınım ben artık! Kocamla elele yürüyüp, romantik restoranlarda şarap içip yemek yesem de aklımın bir tarafında hep Defne. Burayı görse nasıl mutlu olurdu, şu adamlara çok gülerdi, şu parkta çok koştururdu…

Sevdik Bolonya’yı çok. Hatta favori şehir sıralamasında Barselona’nın arkasından ikinci sıraya oturttuk. Akşam ne yesek ne yesek diye dolaşırken küçük, karanlık ara sokakta Franco Rossi’nin restoranını çıkardı ya karşımıza, o restoran minicikti ama mum ışığı vardı, tabaklarımızın içinde herkese değişik el örmesi danteller vardı, özenle çeşit çeşit şarap ikram edildi, Güney’e mavi, bana pembe menü geldi, ve benimkinde fiyatlar yoktu ya, muhteşem yemekler yedik ya orada bir havalara girdik sorma. Ekstra puanları topladı Bolonya. Zaten Trip Advisor birşey birşey ödülüne layık görmüş, bir de John Grisham Broken kitabından iki satırcık bahsetmiş diye bilumum dillerde bir sürü kitabını koymuşlar ya, ben eksik mi kalacaktım? Bir de döndükten sonra öğrendim ki galiba bir de Michelin yıldızı varmış. Daha ne olsun, verdim puanları gitti!

Şimdi o kurduğum mum ışıklı, romantik yemekli, iki renkli mönülü hayali bozmak gibi olmasın da, o menüler geldi ya, başladık Güney’le okumaya, şunu mu yesek, bu nasıldır diye, sonra Güney fiks menü gibi birşey de var fiyatı bilmem ne dedi, ne fiksi yok oolum öyle birşey dedim,  olur mu yaa, beğendiğim et yemeği şu kadar para dedi, ya yok bende fiyat falan, bana yanlış menü mü gelmiş dedim. Tam garsooooon bana yanlış menü getirmişssiniz diye olay çıkaracakken, düştü bizde jeton! Neyseki! Bu ne arkadaşım, hesabı ben ödeyemez miyim, bu ne erkek egemenliğini destekleyici tavırlar böyle diye işi feministliğe vurmaya çalışsam da Güney yemedi:) Garson duysa o da yemezdi. Hayır, ben böyle menü sistemini biliyorum zaten, her yerde var, aaa sen ilk defa mı görüyorsun, hımmm falan diye üstüme geleceksen, gelme. Ben ilk defa görüyorum. Havamı atayım derken, rezilliğimi anlatıyorum. Sen de şaşırmış gibi yap. Lütfen. Ay bir de hesabı öderken -tabi ki Güney- bir de masama gül getirip bıraktılar. Aman bir havalar, bir şımarmalar! Anında öbür masalara baktım, herkese geliyor mu diye. Çıkışta hesabı ödeyen -tabi kocası- ama masasında gül falan olmayan, şişko ve çirkin bir teyze vardı, ohh nasıl rahatladım! Monaco prensesiyim galiba ben yaa! Ankara’da gelip masana gül koysalar, “Almicazzz oolum” diye çemkirirsin de Bolonya’dayız işte! Ortam romantik!

İş için ya da değil bir hafta Avrupa’da başbaşaydık ya, çocuksuzduk yaa, öyle romantik yerlerde yemek bile yedik, elele sokaklarda gezdik ya,  karı-kocadan başka sevgili de olduk mu? Olduk. Kesinlikle. Venedik’te çok ama çok saçma birşeyden kavga edip, küstük, 10 dakika somurtup, sonra barıştık ya, bayağı bildiğin sevgiliydik. 10 sene öncesine dönmüş gibiydik! Genç sevgililer! İnsan çocuktan sonra şöyle ağız tadıyla saçma birşey için kavga edip küsüp, hatta uzatıp, naz yapıp, surat asamıyormuş -annesin sen, küseceğine koşsana, Defne kaçtııı-, ohh be yaptık rahatladık. Küstükten sonra barışmak ne zevkliymiş yaa:)

Bir sonraki aşama yurtdışına Defne’yle gitmek! Challenge accepted:)

Not: Montagnana fotoğraflarını ben çekmedim. İnternetten buldum, ama kaynağı kaydetmemişim.

 

Gidiyorum. Ama…

Yirmili yaşların başları… Hep bir alır başımı giderim havaları. Aile dediğin de pek iyi, pek güzel ama, yalnız da olmalı, kalmalı. Başka bir şehirde, evinden uzak bir hayattasın ama illa bir yurtdışında yaşamalı zamanları. Neşelisin, keyiflisin, biri sorsa “Tuba’yı nasıl bilirsin?” diye, “O mu, kafa kızdır ya, komiktir, neşelidir, birlikte geyiğin dibine vurursun” derler büyük ihtimalle. De içinden lisede çokça okuduğun James Joyce kitaplarının etkisindesin. Hep bir “exile” olma hali. Evlenmek, çocuk? Çok uzak gelecek. Hayal etmek için bile çok uzak.

Yirmili yaşların ortaları. Evlenmişsin. Pek de mühim değil ama. Bakmışsın evlenince hayat daha kolay, toplum daha az dırdırcı, evlenmişsin. Artık yalnız değilsin. Güney var hayatında. Mutlusun. Ama hesapta özgür olmak var ya hep sorsalar “Yalnız değilim ama aslında Güney’le yalnızız biz. Tüm dünya. Ve biz.” dersin. Aile dediğin pek iyi, pek güzel, pek de özlemlidir artık. Annemi babamı kaç aydır görmüyorum hesapları başlar. Biraz da şaşırırsın kendine hani çok özgürdüm, bağlı değildim kimseye diye. Aile bu canım, bağımlılık değil hem bağlılık der iç sesin. Korkma hala özgürsün. Güney’le kurarsınız yurtdışında yaşama hayallerini bu defa. Nerede mutlu oluruz dersiniz. Berabersek her yerde mutluyuz. Yurtdışında yaşamasanız da her fırsatta kaçarsınız bir yerlere gezmeye. Tatil demek, özgür olmak demek, iyi kötü biraz da paran varsa illa yurtdışında bir yerler demek, zamanları. Evlendin. Çocuk mu? O hala çok uzak gelecek.

Otuzun başları. Hamilesin. O tripli hallerinden, alırım başımı giderim havalarından eser yok. Gerek de yok. Artık aa bilmem nerde yeni restoran açılmış, bilmem ne mutfağından örnekler veriyormuş, hadi koşalım, Zara’ya yeni sezon kıyafetler gelmiş, kaçırmayalım, sosyete pazarı çarşambaları da açılıyormuş, ohh haftaiçi boştur da miiis’ çi olmuşsun. Mutlusun. Sorsalar “Tuba mı, kafa kız ya, gezer, tozar, kahkahayı basar, arada bir içirirsen, güzel müzik dinletirsen, efkarlanır ama eğlenceli kızdır” derler muhtemelen arkandan. Aile dediğin pek iyi, pek güzel, pek de özlemli, daha sık gelseler keşkelidir. İlla annenin sesini duymak, babanın iyi olduğunu bilmek istersin. Karnındakinden ayda bir haber alınca beklemek de zor işmiş oolum, annemi babamı nasıl da mereklandırdım yıllarca havasına çoktan girmişsindir. Yurtdışı? Daha çok gitseydik keşke, bebekle nasıl gideceğiz yaa diye hayıflanırken amaaan deli misin, sen özgür anne, Güney rahat baba, vurunca sırtınıza bebeğinizi daha çook gezersiniz diye yapıştırır cevabı iç sesin. Hem Güney’le de gidersiniz başbaşa. Evlendiniz diye, çocuğunuz oldu diye illa sadece karı-koca olacak değilsiniz ya. Sevgilisiniz oolum siz. Hem madem Defne de özgür kız olacak, kalıverir 3-5 gün anneannesiyle babaannesiyle hiç de sallamaz, mutlu olur, der derin bir nefes verirsin.

Doğurdun. Viyak viyak ağlayan bir bebek. Her dakika sana yapışık. Uykun, yemeğin, nefes alışverişin -kucağında uyuyor çünkü-, hatta tuvalete gidişin bile ona bağlı, bağımlı. Bebek sana bağlı, bağımlı. Korkuyorsun. Ben bu sorumlulukla nasıl başedeceğim? Böyle nasıl yaşayacağım? Özgürlük? Sorgula. Gitmek? Artık markete gitmek bile senin için bambaşka bir hayat. Yalnız kalma aracı.  Bebekle herşeyi yaparım, yurtdışına da giderim dünyayı da gezerim’e inancın çoktan sarsılmış. Defne’nin sana bağımlılığının azalacağı, Güney’le iki güncük yalnız kalacağın tatillerin hayalini kuruyorsun. Hani bir de şöyle Prag falan olsa, sokaklarında elele yürürken evlendiniz, çocuk da yaptınız ama korkmayın hala sevgilisiniz diye bir ses kulağınıza fısıldasa…Evet lohusayken pek bir romantik oluyorsun.

Bugün. Özgürlük Defne’yle Güney’le yerlerde oturup karıncaları parmağınla yakalamak, ormanda kozalak toplamak, Eymir’de ördeklere ekmek atmak, keyfince çamurlara batmak demek. Akşam Defne’yi makul bir saaate uyutup koltukta Güney’le yarım bölüm Game Of Thrones izlemek demek. Arada bir anneanneye babaanneye bırakıp akşam arkadaşla muhabbet etmek demek. Eve gelen dostlarını “Defne’yi uyutcam, dağılın uleeyn” diye mutfağa kovalayıp, Defne uyuyunca salonda geyiğin dibine vurup, sessiz kahkahalar atmak, Başak’tan “Susun lan, çocuğu uyandıracaksınız” diye fırça yemek demek. Aile dediğin pek iyi, pek güzel, pek de özlemli, daha sık gelseler keşkeli, yaa Defne onlar gelince nasıl da mutlu oluyor’lu artık. Yine gitme hayalleri. Bu defa üç kişilik. Bu kız zor uyuyor ama pusette sallayınca da uyuyor yine iyi kötü, en kötü öğlenleri otele döner uyuturuz dimi Güney? Evet Tuba, biz kıvırırız bu yurtdışı işini. Kıvırırız dimi aşkım? Denesek mi şöyle üç gün falan? Olabilir valla. Ya da hayaller çok kişilik. Defne’yi de alıp araba kiralasak, tüm İspanya’yı gezsek mi oolum? Olduuu Başak, beni Defne’yle arkada araba tutar o kadar yolda. Ben otururum kızım Defne’yle, hem ben ona Jelibon öğretcem, Eti Cin öğretcem, girmeyin aramıza.

Yarın. Yurtdışına gidiyorsun. Güney’le. İş için. 1 hafta…  Arada bir gün de olsa gezecek vakit var. Otelde kalmak, elele Venedik’te gezmek, Verona, Bologna, yeni yerler görmek, topukluları, şifon bluzunu giyip, roze şarabını yudumlarken, İtalyanlarla iş görüşmek. Heyecanlısın. Mutlusun. Ama. Burnunun direği sızlıyor. Defne gel-e-meyecek. Bir hafta biz onsuz ne yapacağız. Daha önemlisi bir hafta o bizsiz ne yapacak? Daha bir gece bile ayrı kalmadınız ki siz? Hani özgür ruh? Hani kaçmak istediğin o lohusa hislerin?

Bu bir hafta çabucak geçsin. Defne bizi çok özlemesin. Ya da çok özlesin ama buna üzülmesin. Güzelce yesin. Uyusun. Mutlu olsun. Hemen gelelim biz.

Bir de bu bir hafta çabucak geçmesin. Biz güzelce gezelim. İş görüşmelerimiz iyi geçsin. Elele olalım. Başbaşa yemekler yiyelim. Evlendik çocuk da yaptık ama hala sevgili olalım.

Dua et bu bir haftanın sonunda iyi ki yapmışız diyelim. Nolur..

Adı tatil. İçeriği? Çok karışık çok!

Güney ve ben hiç 5 yıldızlı otel insanı değiliz, değildik. 2 gün orada, 1 gün burada, genelde sokakta, otel dediğin yatacak yer, temiz olsun, biraz eli yüzü düzgün olsun yetercilerdendik. Üniversite zamanında yurtdışına gittiğimizde 20 günde 10 şehir gezmişliğimizin yerini büyüyünce 1 haftada Kaş-Fethiye-Dalyan turları almıştı.

Doğurduğum güne kadar “Oooo, çocuk dediğin yürüyene kadar saksıda bitki, yürüyünce de tutarsın elinden pıtır pıtır gelir yanında, Arcachon’da ‘dune’ a da gideriz, Biarritz de denize de gireriz, Saklıkent de bağla sırtına vur kendini kanyona” ekolünün en güçlü savunucusuydum. Tatile nereye mi gittik? Antalya Voyage Sorgun! 14 aylık minik bir çılgınla cesaret edemedim-k. Hadi açık konuş! Yemedi! :))

Defne’nin 2. uçak yolculuğu.. İlk deneyimi Defne’yle başbaşa yaşayıp, cengaverler gibi atlattıktan sonra, bu defa içim çok rahatı çook! Yanımda “Ay Defne’yle ilk uçak yolculuğum, bir ilki daha beraber yaşayacağız.” romantizminde Güney vardı hem de. Yazık dedim, kocam üzülmesin dedim, başına geleceklerden hiç bahsetmedim! O Anadolu Jet koltuklarının önündeki pigmelerin bacaklarına göre tasarlanmış 10 cm boşluğa, bir çift bacak, bir sırt çantası, çeşit çeşit oyuncak, suluk, koltuk arkası tepsisi ve bir Defne nasıl sığar, 50 dakikalık sürede oraya kaç kere iner çıkar döner yatar kendisi deneyimlesin dedim. Ay bu çocuk oralara sığamıyor kucağımda ayakta dursun dediğinde, ön koltuktakilerin kafasına dokunup dokunup döndüklerinde Cee diye kahkaha atmaca oyununu kendi öğrensin dedim. İndiğimizde Güney artık pek romantik değildi. Hiç acımadım:)

Voyage Sorgun.. Güzel bir çam ormanının içinde club odası dedikleri bir çeşit bungalovlarda kaldık. Düz ayak olması, otelin kalabalığından uzak ve sessiz olması, ağaçların gölgesinde serin olması gibi bir sürü artısı vardı. Kendimize aferin.

Eşyaları odaya attık, karınlar aç hadi yemeğe dedik. Ve, açık büfe çılgınlığı! Yüzlerce insan durmadan hareket ederken, patırtı, gürültü, karmaşa varken, Defne yerinde durur, mama sandalyesinde oturur mu? Asla! 7 gün hiç oturmadı! Gerçekten hiç! Biz babaanne-dede destekli gitmiştik neyseki tatile de babaanne-dede yemeğini bitirip Defne’yi onlara satınca, sanki hiiiç çocuklu bir çift değiliz, pek genç pek romantiğiz havalarında ‘bir tabakta 10 çeşit yemeğin ne işi var, açık büfe diye soya soslu noodle’la mantı da aynı anda yenmez ki!’ temalı tabaklarımızla başbaşa yedik akşam yemeklerimizi.

Kural 1: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğini açık büfeli koca restorana götürme!

Açık büfeden akıllanıp rezervasyonlu restoranlara terfi ettiğimizde, bir tabakta on çeşit havasından çıkıp, şık kıyafetlerimiz ve bu akşam Meksika restoranında yiyeceğiz hayatım havalarıyla gayet cool’duk! Ay şarabım Rose olsun, buz gibi olursa sevinirim, öyle olmazsa içemiyorum da, bu güzel kız mı, evet benim, ay çok mu tatlı, teşekkürler -gurur, şımarma- , tabi tabi oturur mama sandalyesinde, evde öyle alıştırdık, elbisesi de çok mu havalı, evet öyle, aaa inmek mi istiyor, yok artık daha yeni geldik, ay koşuyor, mutfağa daldı, Güney sıra sende, iki taco hop ağıza, Tuba sıra sende, Rose şarap artık soğuk değil mi boşverin garson bey, siz bana bir kola getirin, en sıradanından, hatta, bir zahmet Defne’yi de elinden tutup yanınızda götürür müsünüz, iki fajita yiyeceğiz şurada.

Kural 2: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğini, şık elbise giydi, saçına da toka takmana izin verdi, şık restorana da gitti diye değişecek sanma!

Rezeryasyonlu restoran olayına,  Rum tavernasında elimize verdikleri tefleri Defne sıra sıra boynuna dizince son noktayı koyduk!

Kural 3: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğine ortamda tef varsa mutlaka ver, 5 dakika kadar mama sandalyesinde oyalanabilir! Kafasına geçirirse ayrıca tatlı olur, o da sana bonus!

Ve tatilimizin ana gayesi -tabi yemekten sonra!- deniz, havuz, su oyunları.. Evde banyodan çıkarınca 15 dakika bağıran, ağlayan, susturmak ve giyinik haliyle tekrar banyoya girmesine engel olmak için türlü oyunlar yaptığımız kızımıza su konusunda güvenimiz tamdı. Zaten daha 3 aylıkken denize de havuza da girmişti, pek de sevmişti. Zaten anası olacak kadınla babası olacak adamın su mottosu ‘Ellerinden buruşmadan sudan çıkmak yok!’ E kız da bize benzeyecek, kime benzesin. Hadi o zaman gelsin suya şapşaplar, gitsin hanimiş Defne’nin suyun içindeki papikleri, balık mı olmuş onlar oyunları! Sanmıştık, çok yanılmışız. İlk 2 gün suyun kenarında gezdi gezdi de elini ayağını dokunmadı, dokununca ciyağı bastı, bizim ıslatma çabalarımızla, yapışan saçlarıyla yağmurdan ıslanmış yavru kediler gibi pustu, tırnak gösterdi. 2 gün sonra ikna oldu da sudan çıkmak istemeyen çocuğunu bağırtarak çıkarmaya çalışan normal aile moduna geçtik. Çok şükür.

Kural 4: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğinine her zaman güvenme, günü gününe uymayabilir, zaten garanti de vermemişti.

Uyku. En korktuğumuz konuydu. Evde bizi görünce her haftasonu uyumayacağım çılgınlığı yaşayan Defne, 7 gün beraber olunca ne yapacaktı? Hiç uyumayacak mıydı, yoksa her gün görünce bir numarası yokmuş, anne-baba dediğin de bir çeşit normal insanmış diye vurup kafayı yatacak mıydı? Bııııp cevap veriyorum: Bilmiyorum. Uyku saatlerinde babaanneye bırakıp kaçtık. Sonra gelsin havuz keyfi, gitsin çılgın partiler! 10’da uykun gelmiş olabilir, parti de yeni başlıyor olabilir, olsun yine de gitti ya!

Kural 5: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğinle tatile gideceksen, aileden birilerini yada arkadaşlarını sizinle gelmesi için kandır;)

Akşamları mini disco diye birşey vardı. 50 tane bıdığın sahnede, bağırışıp, çığlık atıp, koşturup, dans etme kisvesi altında kudurduğu bir ortam. 1 metre boy ortalamasının arasında gözüne 1.60 mışlık çocuk desen çocuk değil, o ne acaba diyeceğin biri mi çarptı? Yok canım sahnede ne işim var? Benim kızım sahneye kendi çıkıp pıtı pıtı dansını 50 çocukla birlikte kendisi yapar. Yorulunca da sahneden kendi iner, mini disco daha bitmedi ben niye gidiyorum diye de ortalığı birbirine katmaz!

Kural 6: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğin varsa asla asla deme!

Hani kızı babaanneye bıraktın, hani akşam eğlenmeye diye çıktın ya daha gece tam başlamamış, biraz sağda solda takılalım dedin ya, dur şurada amfitiyatronun basamaklarında oturalım azıcık, ayy Defne az önce nasıl da dansediyordu sahnede, noluyor, gündüz kurabiye yapan çocuklara ödül mü dağıtılıyor, Sasha sahneye, hani alkış, Joshua sahneye, hani alkış, niye alkışlamıyor kimse, ayy yazık üzülüyor bak çocuklar, bari biz alkışlayalım, Hande sahneye, ohh alkış, Cem sahneye, gelsin alkış derken, yanımızdaki 8 yaşında çocuğun annesine biz burada ödül alacak mıyız, hayır, o zaman niye seyrediyoruz bu zırvaları, sahile gidelim de Cirquba Tropicana’yı seyredelim sesiyle bir kendimize gelir gibi olduk! Ama kalan 20 çocuğu da alkışlamadan içimize sinmedi! Cirquba Tropicana’nın salsacı kızları da yarım saat bekleyiversin canım..

Kural 7: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğin varsa o uyurken -yada en azından öyle varsayarken- bile senin için artık çok geç, anaç ruhunuz -evet Güney’in ki de, hatta belki senden bile çok- bünyenizi çoktan kaplamış, şaşırma!

Hayvanları çok severim. Hep Defne de sevsin istedim. Kedilerle oynasın, köpeklerle yuvarlansın, kaplumbağa beslesin. Otelde bir kedi gördük Defne en tatlı sesiyle ‘Ayyy’ diye şaşırıp sevindi ona koştu. İşte bu benim kızım! Sonra bir daha. Olsun koşsun, ben de tutar elinden koşarım. Bir daha. Çocuk canım koşacak tabi. Ne çok kedi varmış bu arada. Bir daha. Ama yoruldum. Bir daha. Defne yeter. Bir daha. Ayyy! Ama Defne’nin en tatlı sesiyle değil, benim artık bayılacağım sesimle! Ohh karıncaları gördü, oturdu yere. İki dakika mola. O ağzına attığın karınca mı? Ayyyy!!

Kural 7: Yürüyen yada yürümeye yakın çılgın bebeğin varsa birşey dilerken detay ver, kızım hayvanları sevsin ama mesela yalnızca yanına gelenleri, kızım hayvanları sevsin ama yemesin, mesela karıncaları.

Sonuç? Fiziksel olarak dinlendim mi? Hayır. Hatta HAYIR. Ama çok güldüm, bol bol öptüm, sarıldım, kokladım, kudurdum, şımardım, şaşırdım, kızdım, bağırdım, yüzdüm, eğlendim.

Hani gitmeden sormuştum ya, çocukla tatil mi bal o kaymak o diyerek dönecek miyim diye. Evet, bal o kaymak o, ama tatil değil o!

Oh işe geldik de dinlendik be!