Currently Browsing: Defne’den

Geç kalmış babalar günü yazısı…

 

Evlenince çocuğuma iyi baba olur mu diye düşünmedim ben. Sadece benim çocuğum değil ki “çocuğumuz” olmalıydı zaten. Sevgili olurken de iyi bir sevgili olur mu diye düşünmedim. Beni çok sever mi, mutlu eder mi, hasta olunca bakar mı, şımartır mı, anlamsız yere kavga çıkartıp sonra barışmak istediğimde deliliklerimi çeker mi, bana hep aşık aşık bakar mı, üzgünken kucağına yatırıp saçlarımı sever mi, dünyanın en saçma şakalarıyla beni kahkahalara boğar mı, hep benimle hayal kurar mı diye de düşünmedim. Sadece sevdim.

Tüm olmazları oldurduk. Sevgili olduk. Evlendik. Hayal ettik. Minik ailemize Defne gelsin istedik. O testte iki pembe çizgiyi görünce “Biz hamileyiz.” dedi. İşte o zaman evet O muhteşem bir baba olacak dedim. Bizi çok sevecek, mutlu edecek, hasta olunca bakacak, şımartacak, deliliklerimizi çekecek, bize hep aşık aşık bakacak, dizine yatırıp saçlarımızı sevecek, bizi kahkahalara boğacak, hayaller kuracak dedim. Hiç onun annesi benim, ben bakar büyütürüm babası da yardım eder demedim.  O hiç yardım etmedi bana. Yardım etmek denmezdi ona. Paylaşmak? Belki. Yaşamak? Evet. Madem bizim çocuğumuzdu o, beraber yaşamalıydı kahkahaları da, kavgaları da, kızgınlıkları da, acemiklikleri, eğlenceleri, krizleri de. ‘Hadi bakalıııımm Defne’ye annesi yedirir, baba da kaçaaar’ dediğimiz de oldu, ‘Madem senin kızın al babası o zaman bu gece sen uyut!’ dediğimizde. Çok yorgunum, hiç birşey yapmıyorsun, bir tek benim çocuğum mu diye kavga ettiğimizde. Ama aile olmak saçma sapan şeylere kavga edip, 5 dakika sonra barışmak, mutfak masasında beraber oturup sapı koparılmış çilekleri pudra şekerini batırıp yemek, az önce neye kavga ettiğini unutup Defnee hadi eller havaya yapalım demek değil miydi ki zaten?

İyi ki sen benim oldun, bu minik ailemizin babası oldun.

Ve babacım, iyi ki sen benim babam oldun…Yoksa muhteşem bir baba nasıl olur nereden bilebilirdim ve O’na muhteşem bir babasın diyebilirdim ki…

Defne 13 aylık!

Evet 13 aylık oldu! Bir yaş bile çok garip, çok uzak gelirken üstüne 1 ay daha eklendi geçti bile. Merak eden olabilir, 1 yaşına gelince bir sihirli değnek dokunuşu var mı, uykular birden akşam 8 – sabah 8 oluyor mu, yemekleri hapur hupur kendi yiyor mu, ayy annecim enginar muhteşem olmuş, yarına da bir kabak oturtma pişirsen diyor mu, yürümeye başlayıp gitmek istediği yere sakince kendisi gidiyor mu diye. Cevap veriyorum, evet ortada bir sihirli değnek var, o kesin! Ama bu konular için değil. Hayal kuruyorsan bu konuda hemen şimdi unut! Ama henüz hayal bile etmediğin öyle şeylere de dokunuyor ki, uyku falan unutulup gidiyor. Hayır yalan söylüyorum, unutulmuyor:)

İşte 13. ay gelişmeleri…

 

Yeme-içme mevzuları:

Herşeyi tattırmaya devam! Ama değişik bir stilde! Defne tanımadığı her yiyeceği önce uzun uzun inceliyor, sonra ağzını açıp yaklaştırıp, dokunmadan geri çekiyor, birkaç denemeden sonra dilini değdiriyor, sonra yalıyor, yüzünü ekşitiyor- yediği ne olursa olsun tatlı ekşi farketmez- sonra bana yediriyor, yetmiyor babasına da onaylatıyor, biz çeşnicibaşıların başına da birşey gelmediğinden emin olursa bir zahmet yiyor! Hayır Güney bana benzediğini de nereden çıkarıyorsun, ben yemek konusunda gayet açık fikirli bir insanım, ama sushiyi çiğ balıktan yapmasınlar. Bir de yarım baş beyinli diye bir yemek olmasın. Bir de eti biraz az mı seviyorum, olabilir. Karides de biraz çirkin görünmüyor mu sana da?

Tabi bir de çatal konusu var. Defne’ye ne verirsen ver, çatalla vereceksin. Yemeği değil ama tabi. Çatalı. Bir gün oyalansın diye eline verdiğimiz plastik, çirkin, özelliksiz, tasarımsız çatal hayatımızın merkezine oturdu. Ne havalı, yok 12. aya uygun bilmem ne uçlu, ergonomik, bilmem ne içermeyen, tasarımlı çatallar almıştım ona, reklam bebekleri gibi yiyecekti de bir çirkin çatala sattı hepsini! Neyse işte, ver çilek, karpuz, köfte, kaşar peyniri yanına da çirkin çatalı, Defne ladylik okulundan yeni mezun olmuş, İngiliz kızlar gibi harikalar yaratsın sana. İnanmazsan, ispatı şurada.

 

Diş konusu yemek konusunu da fena sabote ediyormuş onu da bu ay anladık ama. Bazı günler en renkli animasyonlarımız, Cirque du Soleil’i gölgede bırakacak gösterilerimiz bile kifayetsiz kaldı. Defne iki lokma yemeden aç yattı:(

 

Yürüme mevzusu:

Hani kendi başına 8-10 adımı atıyorsun ya, hani aylardır ama çoook uzun aylardır elimizi tutunca koşuyorsun ya, ha bir de durmadan oraya buraya gitmek istiyorsun ya bence artık tek başına yürü Defnee! Bak valla korkacak birşey yok, biz arkandayız, o totiş yumuşak iniş yapsın diye her daim arkanda hazırız!

 

Bu da henüz yürümeden koşmaya çalışan Defne’ye babaanne stili çözüm:)

 

Uyuma-uyumama ve yegane eşlikçişi diş mevzusu:

Hani bebeklerin her huysuzluğunu daha 3-4 aylıkken dişe bağlamaya başlıyorsun ya, bence başlama. 13. aya gelince sıkılıyorsun da. Ondan. İlk iki diş de “Ayy bu diş meselesi de pek zormuş” dediklerimiz de yalanmış. Sen hele bir de üst dişleri gör. Köpek dişleri daha zor mu diyeceksin, bu bahsi kapatalım lütfen. Şu anda kaldıramayabilirim:)

Bir ayda 3 diş çıkarsa, her birinde takriben bir 3-5 günlük huysuzluk ve uykusuzluk olursa, eh işte anladın durumu..

Tarihe ve kendime not:

19 mayısta üst ilk dişi, 26 mayısta ikinci üst dişi, 14 haziranda üçüncü üst dişi çıktı.

 

Genel hal ve gidişat:

Bir sihirli değnek varsa eğer, işte tam burada devreye giriyor olabilir. Olmayabilir de. Kuzgun ve yavrusu sendromu da olabilir. Objektif değilim. Amaaa, bir kere boğazına su kaçınca sırtına vurup helal dediğimden, her boğazına birşey kaçar gibi olduğunda, kendi ensesine vurup helal helal diyorsa, sehpanın üzerinde duran harddiske dokunmasın diye parmağımı sallayıp hayır deyişimin üzerinden 3-4 gün geçmişken, harddiski babasına doğru hafifçe itip parmağını sallayarak hayır diyorsa, evdeki palmiyemsi bitkiye vurup vurup ben ona kızmayınca elimi kolumu çekiştirip, parmağını sallayıp hayır diyorsa (aklınca beni deniyormuş sıpa), hayır vurma deyince de cici diye seviyorsa, hadi parka gidelim deyince oyuncaklarına, dışarı çıkınca markette çalışan iyi günler diyen her çalışana, akşam eve çöpü almaya gelen görevliye baybay yapıyorsa, düğmesine arka arkaya basınca habire aynı şeyi söylediğinden “kırmızı turuncu kırmızı turuncu” diyen sesli kitap sunucusu teyzenin sesine remix yapmış bir dj edasıyla dansediyorsa, hadi üzerine değiştirip dışarı çıkalım dediğimde tshirtünü kendi kendine çıkarmaya başlıyorsa, evet sihirli bir değnek var bence!

Sihirli değnek dediysek de gaza gelme hemen. Hani Harry Potter büyücülük okulunda bire giderken o değnek bir çalışıp bir bozuluyordu ya acemilikten bizimki de o hesap.

 

 

Karpuz sezonu açılsııın!

Biz evde olduğumuz için, bizi çok sevip her dakikayı birlikte geçirmek istediğinden midir, yoksa bize gıcığı var, dur şunlara bir rahat yüzü göstermeyeyim dediğinden midir, her pazar sendromumuz var bizim. Uyumayan koca gözlü minik bir baykuş, türlü numaralar deneyen anne-baba! Defne gün sonunda artık bayıltılarak arabada gezdirilip uyutulur, anne-baba müzik dinler, sohbet eder. İlk sevgililik zamanlarındaki saatlerce arabada oturup triplendikleri flörtöz günler gibi! (evet biz gençken triplenmek diye birşey vardı!)

Neyse işte yine böyle sendromlu bir pazarın arkasından, pazartesi de bakıcı izinli olursa, annenin akşama kadar Defne’nin peşinde koşmaktan pili bitmiş olursa, Defneee azıcık totonun üzerine otur, bak valla arada zevkli bile olur diye söylenip durursa, Güney’in gelişini dört gözle beklerken dur şu kıza bir karpuz vereyim belki oyalanır derse ve aşağıdaki görüntüler ortaya çıkarsa nolur?

Tuba sıfırlanır, başa döner, enerji tavan yapar, karpuza çatal batıran bir yumuğa tekrar aşık olur! Herkese bunu anlatır durur!

Bu minnaklar kesin çok akıllı, son sınırı biliyorlar ve illaki o anda bir numara yapıyorlar. İlk videonun sonunda bir türlü batıramadığı karpuzu çatala eliyle takıp öyle yiyen minik kız biraz şapşal mı göründü sana? Evet birazcık olabilir.

Flaş flaş flaş!

Geçen hafta Defne hastaydı. Ateşi 39’un üzerine çıktı. Çok üzüldük, hiç kıyamadık ama çok şükür toparladı.

Ama bu ateşin bir de iyi tarafı vardı. Tabi insanın inanası gelmiyor, ne gibi bir iyiliği olabilir ki diye. Şimdi Defne sıpası benim karnımdaki minnak hallerinden başlayarak hep biraz kuduruk bir model oldu.  Totosu durduğu yerde bugüne kadar hiç duramadığı için de tel sarar, çirkin ol, hadi korkut, babana birbir anlat gibi her Türk bebeğinin geçmesi gereken yollardan bir türlü geçmek bilmedi. Alkış hariç. Onu da vakti zamanında anneannesi 1 haftalık görüşmelerinde öğretmişti. Baybay da hariç ama o konu dışı. Dışarı gitmenin dolayısıyla rahatça kudurulacak mekana geçişin anahtarı gibi gördüğünden onu hareketiyle olsun, kelimeleriyle olsun erken aşamalarda öğrenmişti. Bu ateş dediğin şey yükselince insanı halsiz düşürüyor, hareket edecek hal bırakmıyor malum. Defne de ateşinin yükseldiği anlarda zorunlu olarak totosunun üstüne oturdu, o ateşten kıpkırmızı yanaklarıyla kitaplarına falan baktı,  bizimle daha çok sohbet! etti. Zaten o sabah pazar olmasına rağmen klasik sendromumuzu az yaşayıp, dışarıda da olsa 1.5 saat uyuyunca birşeylerin ters gittiğini anlamam lazımdı! Sonrasında bir gün içerisinde gelsin öpücük atmalar, fıs fıs diyerek krem sıkmalar, kaşıkla bebeğe yemek yedirip bir de ağız şapırdatmalar,  gitsin a-aa-aaa diye elini ağzına vurarak yamyam dansı yapmalar, tel sarmalar, pisi pisi diye kedi sevmeler !

Ve en bomba süpriz! Defne artık öpüyor! Sulu sulu, sesli sesli. Pek tabi ki sadece beni! Bu nasıl bir mutluluk anlatamam! Bir kez daha öpsün diye 10 dakika uğraşıp, sadece beni öpüyor diye Güney’le birbirimize giriyoruz! Evet, bu anne-babalık kurumu dediğin şey aleni manyaklık. Kabul.

İki saat ateşi çıkıp sakin oturunca bunları öğrenirse, hep sakin otursa neler öğrenecek diye Nobel ödüllü annesi hayallerime çoktan geri döndüm bile! Neyseki ateş düştü, Defne özüne döndü, totosu yerle ilişkisini kesti. Defnecik hasta olmasın da ben peşinde koşarım kıvamına çoktan geldim. Ama Defne’nin bilmesine gerek yok.

Bir de düne kadar biz yürütürken habersiz bırakınca birkaç adım atarak yürüyordu Defne. Dün çimlerde oynarken bile isteye, arka arkaya, pek tabi ki yalpalaya yalpalaya, yaptığının farkında olarak 3-5 adım attı! Sormaya gerek var mı? Tabi ki bana doğru! Çok mesudum çok!

Güller arasındaki poz apartman görevlimizin özel tasarımıdır. Kendisine teşekkürü borç biliriz:)

Evet biz evde hep pijamayla gezen bir aileyiz:)

Bu hafta uzayan saçlarıyla tekli fıskıye, ikili fıskıye modelleriyle de Güney’in hayallerini gerçekleştirdi Defne neyseki de sayesinde karı-koca arasındaki öpücük krizi aşılmadıysa da ertelendi.

Defneee bir kere babanı da öp lütfen yaa, başta tek olmak hoşuma gidiyordu, ama daha fazla didiklenmeye dayanamayacağım. Lütfen.

Hamur yapmak mı? Benim işim!

Yeni bir yer açılmış, hadi orada yemek yiyelim. Aa bu yediğimizde ne var, hadi evde deneyelim. Döküm tavada yemek çok güzel oluyormuş, hadi alalım. Bilmem ne küçük ev aleti süper işler çıkarıyormuş, hemen bir tane kapalım. Ya mutfakta yer kalmadı, azıcık duralım.

Anladın, evet, bunlar biziz. Mutfakta zaman geçirmeyi seven, yeni şeyler deneyen bir aile. Doğum hediyesi olarak kocam bana pırlantalar, trialar almadı da Kitchen Aid aldı diyeyim sen durumumuzu anla. Pırlanta da sevmem zaten. Tabi bütün bunlar Defne’den önceydi. Mutfakta yine çok vakit geçiriyoruz. Ama içerik biraz değişti. Artık konsept Defne’ye yemek yedirmek ve o süreçten geriye kalan enkazı toparlamak üzerine kurulu:)

Geçen cumartesi eski günleri yadelim dedik, makarna ve pizza yapma kursuna gittik! Peperoncino diye güzel mi güzel bir İtalyan restoranında. Ve yetenekli, eğlenceli, çok konuşan şefimiz Daniel Evangelista eşliğinde!  İtalyan ruhunun üzerine 10 senelik Türkiye baharatı ekle, işte o bizim şef!

Kursun konusu dolgu makarna ve pizza yapımıydı. İlk olarak pizza hamuruyla başladık. Malzemelerimizin hazır olduğu masalara geçtik, şefin söylediği oranlarla bir pizzalık bir hamur yapmaya başladık. Alt tarafı su, maya, un, tuz!

Ben yemek yapmayı severim. Elim de fena değildir. Yaptığım yenilebilir. Tamam çok hamurla haşır neşir olmamış olabilirim ama atomu da parçalamıyoruz sonuçta. Hem yanımda neyseki Güney var, en azından ondan iyi yapacağım kesin. Geri kalan 15 kişiden kötü bile olsam, durumu oradan kurtarırım. Diye düşündüm. Başladım hamuru yapmaya. Su çok oldu, un koy, un çok oldu, az daha su, aman şimdi de tuz az mı kaldı, diye hevesle yoğurup, ve hatta gaza gelip iyi olsun diye sevgimi bile katmaya başlamıştım (o da ne demekse!). Mutluydum, eğleniyordum, iyi iş çıkarıyordum. Ta ki şefin gelip Güney’in kulak memesi kıvamlı, tostoparlak, pürüzsüz hamurunu havaya kaldırıp, işte hepinizden bunu istiyorum dediği ana kadar! Benimki mi? Tamam, azıcık pütürlü olabilir, malzeme eklemekten biraz büyük olabilir. Şekli mi, aman ne farkeder canım, sonunda açıcaz zaten öyle kalmayacak ki? Yok yok Güney’inki acemi şansı. Dedim, kendimi rahatlattım, bedenen ve ruhen ravyoliye hazırlandım!

Bu defa biri ıspanaklı, biri sade iki hamur peşindeydik! Sonuç ne mi oldu? Hadi şimdi üstteki paragrafı bir daha oku. Tamam, belki hamur yoğurmada bir numara değildim, ne de olsa Kitchen Aid’im var, o benim için yapar ama hamuru açma işinde kesin bir numaraydım! Yanılmışım! Her aşamada şef geldi, Güney’in hamurlarını örnek gösterdi, yufka inceliğinde açtığı hamura övgüler yağdırdı, bizim karı-koca olduğumuzu öğrenince “kocan bu kadar iyi hamur yapıyorsa, sen ne demeye kursa geldin” diye gururumu kırdı. Olsun yılmadım, “ıspanak-lor dolgulu iki renkli ravyoli” adı altında 3 adet hilkat garibesi yaptım. Olsun ama sevgimi kattım! Güney mi? Bir tencere dolusu ravyoli yaptı.

Bir de ilk yaptığımız pizza hamurlarını, pizzacılar gibi açma seremonisi vardı ki ondan hiç bahsetmeyeceğim! Güney’in hamurunu havada dönerken gördüğüm anda ellerimi yıkamaya çoktan gitmiştim bile!

Kayserili olduğumu söylemiş miydim? Ve annemin muhteşem hamur işleri yaptığını? Peki ya muhteşem mantılarından bahsetmiş miydim? Genetik mi? Yalanmış.

Kursun sonunda neyseki kendi yaptıklarımızı yeme cezasına çarptırılmadık, Peperoncino’nun muhteşem pizzaları ve şarap eşliğinde günü noktaladık.

Şu beceremediğin şey ne diye merak ettiysen, üstüne bir de denemek istersen, al sana tarif. Yaparsan sonucu bana da bildir olur mu? Çok iyi yaparsan bu bahsi daha fazla konuşmayalım ama.

Pizza hamuru: (3 porsiyon için)

150 gr un

12 gr tuz

1 gr yaş maya

15 gr zeytinyağı

65 gr su

Makarna hamuru yapmak için %6 ve daha az proteinli un yeterliymiş ama pizzada daha proteinli un daha iyi bir seçenekmiş. Proteinli un daha iyi su tutarmış ve hamur daha elastik olurmuş. Şef pizza için %12.5 proteinli Eminoğlu Superlux un kullanıyormuş. Ha bir de hamur yaparken eldiven kullanmak iyiymiş, hamur yaşayan birşey olduğu için eldeki bakteriler bile kıvamını değiştirebilirmiş. Öyle 1 -2 porsiyonluk hamurda anlaşılmaz ama büyük miktarlarda önemli dedi.

Ravyoli hamuru: (1 porsiyon için)

65 gr un

Göz kararı su

2 fıske tuz

Dolgu makarnada yumurta kullanmıyormuş, normal makarna hamurunda 1 kg una 8 yumurta koyuyormuş. Bu sade hamur malzemeleri. Yeşil hamur için ıspanakları bir kaba koyup kapağını kapatıp suyunu salıp tekrar çekene kadar pişmesini bekliyormuş. Bu malzemelerin içine ıspanakları ekleyip yoğurunca yeşil bir hamur oldu.

İçi için:

Ispanak

Muskat

Parmesan peyniri

Yumurta

Lor yada ricotta peyniri

Açtığımız ravyoli hamurlarını 2 parmak genişliğinde kesip renk renk biraz örtüştürerek yanyana dizdik, içlerine bu malzemeden koyup kapattık. Kare kare kestik.

Ravyoli pişirirken püf nokta bol su ve biraz fazlaca tuzmuş. ! porsiyonu pişirmek için ideal olan 5 lt suymuş. Kaynayan suya atıp 3 dakikada çıkartmak, ve hangi sosla servis edilecekse o sosu sıcak tutup, içine direk atıp 30 sn birlikte pişirmek makbulmüş.

Ha bir de dersen ki loru bile evde yapacağım, 1 lt süte yarım limonu sıkıp kaynatıp süzecekmişssin ki o kadarı beni aşar arkadaşım!