Currently Browsing: Defne’den

Gittiğin yerden bize bakmayı unutma, olur mu?

Hayat garip.. Çok klişe ama öyle.

Bir hafta düğünde kahkahalar atarken, bir hafta cenazede gözyaşı döküyoruz.

Dedemi kaybettik. Salı gece..

20 yaşında şehitler varken, 80’ine yaklaşmış dedem için “Niye o? Neden şimdi?” demeye dilim varmıyor.

Diyorum ama.

Çünkü her ölüm erken, her ölüm zamansız..

Yine de şükrediyorum. Torunlarını, torunlarının çocuklarını görebildi diye.

Sakin, iyi kalpli, karıncayı bile incitmeyen bir insandı. Karıncayı bile incitmeden, kimseyi yormadan, sessizce gitti.

Yine de şükrediyorum. Arkasından günlerce ev dolup boşalacak kadar sevenleri varmış diye.

Parka götürür, yağlı ekmek seviyorum diye her sabah getirir, büyükbaba diye seslenince babaaaam diye severdi bizi.

Yine de şükrediyorum. Büyüyünce araya şehirler, ayrılıklar girdi, ama onunla dolu bir çocukluğum oldu diye.

Ölüm kaçınılmaz. Gidenler hep var.

Yine de şükrediyorum. İyi ki gelenler de var, İyi ki Defnem var diye.

Huzur içinde yat dedecim..

Seni ne çok sevdik, ne çok sevenin var, bilerek..

Artı bir!

Ben öyle evleneyim, şöyle bir gelinliğim olsun, bilmem nerede düğünüm olsun, ayy parmağımda bir tek taşım olsun diyen bir insan olmadım. Hiç hayalini kurmadım. Zaten tek taşa da gıcığım, ne demeye dünyanın geri kalan bilmem kaç milyon kadınıyla aynı yüzüğü takayım ki, tek olsun, bana özel olsun, hatta Güney tasarlasın, eliyle büksün teli, getirsin,  “ayyy aşkımızın simgesi” o olsun diye bıt bıt söylendim durdum. Yok öyle çok söylenen bir insan değilim. Eleştirel bir bakış açım var diyelim. O da mesleki deformasyon, valla benim suçum değil. Mimarlık eğitiminin %80’i eleştirmek – ama öyle böyle değil, lüzumlu lüzumsuz herşeyi, yıllarca jüri kisvesi altında yiyip yiyip oturduğun lafların acısını, dünyanın kalanından  çıkarma isteği de etkili olabilir- , %10’u bir konuyu derinlemesine bilsen de bilmesen de biliyormuş gibi konuşma yetisi kazanabilmek -kemik çerçeveli gözlüğün, ayağında ya Camper ayakkabın yada havalı bir stiletton, parmağında tasarımlı bir yüzüğün, totonun altında da bir Barselona ya da Eames Lounge Chair’ın varsa, söylediklerinin ciddiye alınma olasılığı yükselir-, %10’u da ee işte sanat tarihi, proje çizmek falan..

Hiç öyle düğün, gelinlik hayalleri kurmadım ama belki kuracak zamanım da olmadı, 25 bile olmadan evlendim. Yani öyle havalı! olduğumdan değil, belki daha “Ayy evlilik mi çok sıradan hiç bana göre değil, ben daha dünyayı gezeceğim, yurtdışında master yapacağım, mesleğimde zirve yapacağım, büyüyüp Zaha Hadid olacağım, kemik çerçeveli gözlük takacak yaşa geleceğim, sonrasında mı yoo hayır o zaman da evlenmek için fazla cool olacağım” yaşlarında olduğumdan..

Ama evlendim işte. Elbette ki çok ‘cool’ bir evlenme süreci geçirdim! Düğünde masanın üzerindeki örtüler o renk olmasın dememe rağmen, o renk olduğunda, gelinliğimi diken kadın gelinliğini son gün al eve götürüp turşusunu mu kuracaksın dediğinde kendisiyle esaslı bir sohbete başladığımda, sehpamız illaki de yerden sadece 20 cm yüksek olacak diye cümle alemi ikna etmek için sesimi biraz yükselttiğim anlarda, makyajım muhteşem olsun, eldeki malzeme ne olursa olsun -evet, benden bahsediyoruz- ortaya bir Miranda Kerr çıksın, ama bir taraftan da hiiiiç makyaj yapılmamış gibi dursun, doğal güzelliğim gibi olsun, saçım mı o zaten doğuştan bebeksi ipekliğe sahip, lüleler zaten Michalenjelo’nun meleklerini kıskandırır cinsten, ee tabi ki doğuştan, gibi dursun deyip de durmadığı anlarda sakinliğimi biraz kaybetmiş olabilirim. Evet. Biraz.

Düğünde oynamak, Hüdaydada gerdan kırmak falan? Yo hayır. Bu cool bünyeyi elbetteki bozar. Halay falan, daha neler! Düğünü 700 kişi olduğundan, herkesi tek tek öpmekten vakit kalmadı da içinde mi kaldı diyorlar arkamdan? Peh!

E aradan 7 yıl geçmiş, Güney’in abisi tam da bizimle aynı gün evlenmeye karar vermiş, ben zaten düğün derneğe karşı, ama abimiz de evleniyor, fikirlerin kendine, abiye hep destek tam destek.

 

Hayır, düğünde giymek için elti elbisesi gibi olmayan, kimselerde bulunmayan, biraz da mimar elbisesi gibi olan elbise bulacağım diye aylarca gezmiş olsam, bizim zamanımızda düğün fotoğrafçısı mı vardı, şimdi siz ikiniz şu ağaca bakıyorsunuz, haberiniz yokmuş gibi yapıyorsunuz diyen, her çektiği havai fişek fotoğrafını gelip bize gösteren – yok canım, düğünümüzde tabiki havai fişek yoktu, karı-koca mimarız diyorum, cool aile diyorum alooo- fotoğrafçı amcayla idare ettik diye, gelinle damadı kıskanıp, fotoğraf çekimi için getirilen balonları çalsam, bugün damadın kardeşinin deevlilik yıldönümüymüş diye orkestrayı gaza getiren, bize özel şarkı çaldıran arkadaşımı fazla gösterişli bir mutlulukla sarılıp öpsem, alışık olmadığım topuklu ayakkabılarımla, çekilecek fotoğraftan eksik kalmayayım diye koşsam ve iki seksen yere uzanmaktan “Aaa Çıngı’ların büyük gelini de olay oldu valla” dedikosundan son bir arkadaş hamlesiyle kurtulsam, Hüdaydada gerdan kırıp, Roman havasında pek havalı asimetrik elbisemin etekleriyle çamaşır yıkasam, Yolcu yolunda gerek şarkısıyla sahneyi terk edecek orkestraya bir daha bir daha diye bağırsam, tüm bunlar olurken yanımda kravatı çözük Güney’le ve kendim gibi cool! arkadaşlarımla hop hop hopluyor olsam, evlilik, düğün, gelinlik, cool olmak üzerine söylemlerim inandırıcılığını kaybederdi değil mi?

Oh çok şükür ki Çıngıların büyük gelini de pek havalı canım!

 

Defne mi? O gayet halk insanı! Giyer elbisesini, tarar saçını, düğün de sever, kına gecesi de , Hüdayda da oynar, Damat halayı da. Yarın öbürgün sevgilisinden tek taş da isterse şaşırmam! Hiç annesine çekmemiş. Cık cık cık! 🙂

Hayatımıza hoşgeldin Mizyaaaal! 🙂

 

Gözüme toz kaçtı da…

Ben anne olmadan önce pek hissiyatlı bir insan değildim. Film mi seyrettin, hislendin mi, “Oolum yalan onlar yalan, o sahne bitince, yönetmen keees deyince o zırıl zırıl ağlayanlar keh keh gülüyor arkamızdan nasıl da ağlattık milleti” derdim. Ameliyat mı olacağım, içeri giderken ağlayan annemi, babamı, sevgilimi teselli eder, çıkınca hala ağlayanları “Yahu az akıllı olun, oldu da bitti maşallah, yok işte birşeyim” diye  sağduyuya davet ederdim. Güney’e askerlik için Siirt Komando Taburu yazısı belirince bilgisayar ekranında, sakince, yatmaya giden Güney’i kaldırıp gel uçak bileti alalım diyen, “neyyy Siirt mi” diye telefonda, yanımda, yüzüme karşı ağlayan bilumum ana, baba, eş, dost akrabayı teselli eden de bendim -uçağa bindirip Güney’i, dönerken belki biraz ağlamış olabilirim.- Ben galiba kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyenler ekolündendim.

Hamile olduğumu öğrendiğime kimler kimler hislendi ağladı da bir ben ağlamadım.  Güle oynaya zaten gecikmiş olan doğumuma, ben yarın sabahtan önce doğurmam, bu da böyle biline diye, geleyim diye yalvar yakar olan annemi bile almayıp Sudoku ve Calvin ve Hobbes’umu alıp gittiğimde, yarım saat sonra acil sezaryen dediklerinde bile ağlamadım. Doğurup Defne’mi yanıma getirdiklerinde bile çok mutlu oldum, çok heyecanlandım, çok korktum da ağlamadım.

Sonra sonra bana bir haller oldu. Kesin o belgeselde küresel ısınma yüzünden susuzlukla karşı karşıya kalan ve sonunda ölen yavru fili görünce beynimin o tarafı çalışmaya başladı. Güney, sana bir milyon kere demiştim dimi ama, bu kadar çok Discovery seyretmeyelim, beynime birşey olacak sonunda diye. Yavru fil öldü, ben bittim. Ertesi gün aç kalan yavru kutup ayısına, öbür gün saldırıya uğrayan antilop yavrusuna derken, bir de baktım sonunda yaramazlıktan çamura batıp da debelenen, annesinin hortumuyla totosundan ittirdiği fil yavrusuna hislenecek kadar vahim durumlara düşmüşüm! Belki iki damla da yaş akmıştır gözümden de şahit olmadığı için kayıtlara geçmesin lütfen!

Cumartesi gecesi Fırat’ın kına gecesi vardı.  Böyle şeyler bana pek gelmez, arkadaşım bu yüzyılda evden gurbete gitmek mi kaldı, gelmişiz hepimiz 30 yaşımıza, koca kadınlar olmuşuz, evlenmesek zaten anamız babamız kovacak evden, hem kına geline kocasına kurban olsun diye yakılırmış, ben niye kurban olayım kocama, deli miyim, yiyip içip gezsek, çocuk yapsak olmuyor mu diye söylenip söylenip de kendime de istememiştim kına gecesi. Ama ben yaparım arkadaş, eğlenmeye bahane mi yok diyene de saygım sonsuz, göbekleri de atarım. Velhasıl attım.

Da hani o gelini ortaya oturtup çevresinde mumlarla, o Yüksek yüksek tepeler şarkısını söylerken herkes, Defne’m de kucağımda kafasını sallayarak, sanki çalan Disco Disco Partizanı’ymiş gibi eğlenirken, Güney’e dönüp, bizim de kızımız var, ya birgün o da evlenip giderse, daha kötüsü evlenmeden giderse, demiş olabilir miyim?

Hayır. Olamam.

Babamın bir atı olsa binse de gelse dizelerine gözlerim sulanmış olabilir mi?

Olamaz. Net:)

Defne 15 aylık!

Bu deniz, güneş, iklim dediğin ne garip şey…Evler, arabalar, giysiler, yaşam…Herşey bambaşka…

Deniz olmayan yerde hayat daha zor, daha sıkıcı arkadaşım…

Evet bildin Mersin’den döndük…

Mersin demek, şıpıdık terliğinle bakkala, markete, alışveriş merkezine, devlet dairesine gidebilmek demek.

Mersin demek, kıçında şort da giysen kimsenin dönüp bakmaması demek.

Mersin demek, bikininle havuza inmek için asansöre binmek, işten gelen takım elbiseli komşuna iyi akşamlar demek.

Mersin demek ellerin ayakalrın buruşana kadar sudan çıkmamak demek.

Mersin demek, canın sıkılınca iki dakikada sahile inip dondurma yiyerek aylaklık yapmak demek.

Mersin demek, biranı, şarabını, limonatanı ayaklarını denize uzatarak yudumlamak demek.

Mersin demek, gece saat 3’te geçen arabadan bangır bangır müzik gelmesi demek.

Mersin demek, her dakikada sokakta yaşamak demek.

Mersin demek, anneannenin doyurması, dedenin gezdirmesi, kuzenin oynatması demek.

Mersin demek, Tuba’yla Güney’e, Defne’yi bakma heveslilerine satıp, ohhh keyif yapmak demek.

Defne Mersin’de 15 aylık oldu. O bir haftada çok değişik bir kız oldu.

Her sabah 6’da kalkıp kahvaltısını yapıp saat 7’de soluğu sokakta aldı. Kedi sevdi. Salıncakta sallandı. Bakkaldan ekmek aldı. Dedesinin elinden tutup aldıkları ekmeği ucundan kemirerek eve döndü, torun olmanın tadını çıkardı. Havuza girdi. Evdeyse hiç balkondan içeri girmedi. Ayaklarının ucuna yükselip sokakta kedilere bağırdı, sokakta çocuklara bağırdı, sokakta arabalara bağırdı. Leğene su doldurup oynadı. Çiçek suladı. Lahmacun yedi. Yeşil zeytin yedi. Ali nazik yedi. Dondurma yemedi, külahını yedi. Hastalanınca vazgeçtiği yürümeye geri döndü, hatta koşar oldu.

Mamma dedi, kedi dedi, pisi pisi dedi, gel, git, al, ver, annieee, babaaaa, dedde, kaan dedi, ıslık çalmaya çalıştı, herkese gıdı gıdı yaptı, yastık savaşında galip geldi, bir haftayı kuzeni Kaan’la geçirince araba delisi oldu, bütün gün hınnnnn düüüt yaptı.

İçinde dans ve oynamak geçen her cümlede çılgınca kafasını sallayıp pıtı pıtı dansı yaptı. Cümle, akşama monopoly oynayalım mı olsa bile:)

Defne Mersin’e bebek gitti, minik bir kız olarak döndü.

Biz de Güney’le denize doğru limonatalarımızı hüpletirken Ah ulan dedik, denizli memlekette yaşamak başka dedik, denizli memlekette çocuk büyütmek bambaşka dedik.

Nasıl? Herşey rüya gibi değil mi? Çok mutluyduk çook.

Da azıcık sıcak mıydı?

“Ohh gece gündüz yaşayan şehir” de gecenin 3’ünde çalan bangır bangır müzik kızı mı uyandırdı?

Şıpıdık parmak arası terliğin ayağını yara mı yaptı?

Uçağa geç kaldın ve acele ederken Defne arabada kustu mu?

6. binişinde Defne uçak kemerinin gereksiz olduğuna karar verdi ve bu kararını tüm uçağa çığlıklarla afişe mi etti?

Sokak sokak gezen Defne, Ankara’da sabahın yedisinde ba-bayyy diye ayakkabılarını alıp kapıya mı dayandı?

Ve hatta havaalanından eve dönerken yolda uyudu ve 1 saat evin önünde arabada mı bekledin?

Olsun ya. Tatil güzel. Eve dönmek güzel.

15 aylık Defne çok güzel!

 

 

 

30’undan sonra triplenirsen olacağı bu!

Biz gençken ‘triplenmek‘ diye birşey vardı! Yoo, öyle İngilizce- Türkçe sözlüklerde yazan “trip: Kısa seyahat veya yolculuk” la bir alaka kurmaya çalışma. Çünkü, hiç alakası yoktu.

Triplenmek daha ziyade gençken ve tüm dünyaya karşıyken, illaki muhalefet olacak, olmadı kendini üzecek, yetmedi bunalıma sokacak birşeyler yaşamak, yaşayamıyorsan yaratmak, o da olmadı hayaliyle yetinip, kendini bir birayla sarhoş edecek hale getirmekti. Amma da uzattım lafı, şimdiki halimle tek kelimeyle ‘efkarlanmak’ tı işte. Ama marifet çoğu zaman efkarlanacak birşey olmasa da yine de efkarlanabilmekteydi. Çok tripliysen Sakarya’daki barlardan birine, başta neşeliysen ama sonunda tripleneceksen Kızılay’daki eller havaya barlardan birine, triplenmeye gönlün yoksa ama cool’luğumdan da ödün vermem diyorsan Tunalı’daki barlardan birine giderdin. Gerçekten tripliysen ODTÜ stadyuma. Ama o başka. O zaman gerçekten dertlisin demekti. Konu aşk acısı olur, aşık değilsen niye değilim olur, aşk konusunu eskittiysen bu üniversitede bu bölümde ne işim var olur, mühendis olan arkadaşın ‘Ne güzel sen mimarsın birşeyler üretiyorsun, ben ne halt ediyorum?’ der, mimarlıkta okuyan sen, işletme de okuyana ‘Sen hiç değilse çalıştığın zaman kazandığın parayla, hayatının geri kalanını satın alacaksın, ben ne halt edeceğim?’ dersin… Sonra hep gidesin olur, bu şehir boğar seni, bu ülkede yaşamak istemezsin. Hep bir çift kanat istersin. Hayali bile olsa. Özgürlük demek ya onlar. Ama konu gelir gelir sonunda yine aşk acısı olur. Acısı olmazsa aşk olmaz ya, o yüzden acıtacak birşey olmasa da illa ki bulunur..

Biz de triplendik yıllarca. Güney’li, Güney’siz, birbirimiz için, birbirimiz yüzünden, defalarca. Evlendikten sonra bir akşam Güney’le Tunalı’da Cafe Lins’de oturuyoruz. Daha Defne yok. Böyle Viyana’daymışız ortamı…Müzikler güzel, yemekler güzel, biz güzeliz. Alttan alta başka müzik sesleri de geliyor çevreden. Sevdiğimiz şarkılar. Ama eskisi kadar çok dinlemediğimiz. Biraz rock, biraz metal, bazen ne zaman nerede duyarsan duy, illa ki gözlerini dolduracak bir Sezen Aksu şarkısı.. Bilenler bilir, Cafe Lins’in karşısında Corvus Pub’ın falan da içinde olduğu 5 katlı sırf barların olduğu bir bina vardır. İşte kafayı kaldırıp, mutlu kabuğumuzu azıcık aralayınca o binayı görüyoruz. Biraz hüzünleniyoruz, biraz duygulanıyoruz. Vay be gençlik diyoruz, neler yaşadık hatırlıyoruz. Lan o minnacık masalarda, karanlıkta birbirimizin yüzünü görmeden, birbirimize ettiğimiz iki çift lafı duymadan o barlarda ne triplenirdik diyoruz. Ama bir türlü triplenemiyoruz. Çünkü fazla mutluyuz. Çünkü fazla yaşlıyız. Çünkü artık mutsuzsak, efkarlıyız. Bira değil, rakı içiyoruz. Artık aşk acısı çekmiyoruz.

Bolu’dan dönüyoruz. Bir kaç gün önce. Defne yok yanımızda. Günübirlik iş için gitmişiz. Radyo açık. Eski, güzel şarkılar çalıyor. İki saatlik de olsa, sakinliğin, arabada yanyana oturabilmenin, canın isteyince iki çift laf edebilmenin, istemeyince kendini müziğe bırakmanın tadını çıkarıyoruz. Aşkın Nur Yengi söylemeye başlıyor. Aa bu şarkı da nerden çıktı diyoruz, gençken ne çok dinlerdik diye düşünüyoruz.

Karanlığın içinde yandı gözbebeklerim
İlk önce gözlerini gördüm
Ilık rüzgarlar misali
Sesin değdi tenime
Belki bin defa yanıp yanıp söndüm

Bir yanda sen bir yanda tövbeler
Bir yanım karşı koyar bir yanım ister

Serserim benim deli dolu sevgilim
Kor gibi sıcak yada sular gibi serin
Gelme uzak dur korkuyorum çok
Çılgınlık bu halim yok

Gözlerim doluyor. Hüzünleniyorum. Her kelimesi için gözümün önünde bir hayal. İçim titriyor. camdan dışarı bakıp, derinlere dalıyorum. Evet ya, bildiğin tripleniyorum. Ben kızımı özlüyorum. Sabah 9’dan akşam 6’ya kadar göremedim diye. İşe gittiğimde zaten göremediğim saatler olsa da. Sırf başka bir şehre gittim diye. Sırf istediğimde eve çıkıp göremem diye..

Kor gibi sıcak yada sular gibi serin
Gelme uzak dur korkuyorum çok
Çılgınlık bu halim yok

Derken kadın, ikinci çocuğu yapmalı mı, Defne kardeşsiz kalmasın mı, ama ben bir tanesi için yeterince iyi miyim bilmiyorum ki, çılgınlık bu halim yok derken yakalıyorum kendimi!

Yok artık!

Deli miyim neyim?

30’undan sonra triplenirsen olacağı bu!

Not: Ben bu yazıyı yazarken rayoda Losing My Religion çalmaya başladı. Gel de triplenme..