Marifet kimde?

Kayseri… 80li yıllar. Ciddi bir hastalığı falan yoksa herkesin oruç tuttuğu, çocukların bile ucundan tekne orucuyla nasiplendiği, erkeklerin illa Cuma namazına gittiği, gitmiyorsa bile bunu açık etmediği, her bayram çocukların babaların ellerinden tutup namaza gittiği yıllar. Baskıcı, dayatmacı. Mıydı? Hayır. Öyle değildi. Normali buydu. Herkes oruç tutar, akşam akraba, eş-dost, komşu derken evde hiç yalnız iftar açılmazdı. Teravih ayrı bir ritüeldi. Babalar, 8-10 arkadaş toplanır, her akşam uzak da olsa başka camilerde namaz kılardı. Sonrasında aynı ekiple, dondurma yemeye, hamama falan bile gittiklerini hatırlarım. Sahur bile yalnız yapılmazdı neredeyse. Hani “İtalyan aile yemekleri” olur ya, onun gibiydi sofralar. Çokça tantana, bolca kahkaha. şükürler, dualar da hep dilde. Ramazan eğlenceli birşeydi yani. Ve herkes içindi sanki. Öyle bilirdim.

Yazları mahalleden arkadaşlarla, kısa kollu tshirtlerimiz, eteklerimizle, elimizde tülbentleri sallaya sallaya camiye giderdik. Sure, dua öğrenmeye. Çıkışta da dondurma yer, sokakta oynardık.

İçki tatillerde, deniz kenarında içilen birşeydi. Çok çok bazen, çok çok az insan içerdi “normal” hayatta. Çok içen mazallah alkolik oluverirdi.

Büyükler ölenin arkasından bir Yasin okuyacak kadar Kuran okumayı bilir, çocuk çocuk da bir Fatiha okuyup, amin diyebilirdi.

Şöyle yap, böyle et diyen yoktu.

Hayat böyleydi. Hoş çevremizde yapmayan da yoktu. Olsa belki diyeni de çok olurdu.

Mersin… 90lı yıllar.

Beş vakit namaz kılanlar sanki azıcık geri kafalıydı sanki.

Kurban kesmek hayvanlara zarar vermekti.

Bayram namazı sabah çok ama çok erkendi.

Oruç? Eh belki. Midesi ağrımayan, açlıktan zorlanmayan, başında, sonunda, Kadir gecesinde belki tutardı.

Camiye gitmek falan taşralı kafasıydı.

İçki her sofrada olan birşeydi. Şöyle denize karşı balkonda oturup, iki kadeh devirmeden yazın tadı çıkmazdı.

Ben tutardım orucumu. Kimse söylediği için değil. Severdim, o ritüeli, o ruhu, içimdeki o huzuru. Ayıplardı bazı arkadaşlarım, daha önemlisi aileleri. Ay şuncacık çocuk oruç mu tutar diye. O zaman daha fena hırs yapardım. Daha hevesle tutmak isterdim. Bazen de çocuk aklımla utanırdım söylemeye. Herkesin yapmadığını yapmaya çalışmak, her zaman pek de kolay olmazdı. İçinden gelen bu olsa bile. O ramazanlarda babamla, taş kadayıf, kemalpaşa falan yapardık annem işteyken, iftara süpriz. Ve ben o tatlıların tadını bir daha hiçbir yerde bulamadım.

Zamanla biz de değiştik. Dönüştük. Biraz “Kayserili”, biraz “Mersinli” olduk.

Saygı duyduk.

Ve neysek yine de o olduk.

İki ayrı uçta geçen çocukluğumda ne öğrendim biliyor musun? Marifet kendin gibi olanların arasında, kendin gibi olana saygı duymak değil. Marifet senin gibi olmayanların arasında, senin gibi olmayana saygı duymak. Ve o saygıyı duyarken, o yaşamın kıyısında değil, tam ortasında olmak. Oruç tutmam, tutana da karışmam demekle bitmez bence iş. Bitmemeli. Aynı sofrada yine de iftara oturup, Allah kabul etsin, gel tatlıyı da birlikte kaşıklayalım diyebilmek iş bence.

Babam. Beş vakit namazını kılar, orucunu tutar. Hiç içki içtiğini görmedim. Ama annemin, bizim, başka arkadaşlarının içki içtiği masada keyifle oturur. Herkesle derin sohbetlere girer, inananla da inanmayanla da. Yeni doğan bebeklerin kulağına ilk ezanı o okur, ve o bebekler biraz büyüğünde en komik, en saçma, en eğlenceli şakalar da, oyunlar da o ağızdan çıkar yine. Ne kimsenin yediğine, içtiğine karıştığını gördüm, ne giydiğine.

Hep düşünürüm. İyi ki böyle iki bambaşka şehirde, iyi ki bu ailede büyümüşüm diye. İyi ki herşeyden biraz yaşama şansım olmuş diye.

Ve babama hep şaşırırım. Kendi doğrularını yaşamış ama hiç bir zaman da “diğer” yaşamların kıyısında kalmamış diye.

Geçenlerde canım Tüten, hem yogaya hem namaza başladığını yazdı. “Yogaya başladığımı duyunca sevinenler, namaza başladığımı duyunca garipseyenler; insan kendini Yaradan’ı tek bir vesileyle mi bulur, bedeninin, ruhunun ev sahibini tek bir yolla mı tanır? ” dedi. Bir sürü insan tepki gösterdi. Kimi yogaya. Kimi namaza.

Ve ben düşünüp durdum. Marifet nerede şimdi?

 

 

Doğa 5 aylık!

fotoğraf1

5. ay bitti, gitti. Pek çabuk. İkinciler büyürken, zaman evet çabuk geçiyor. Yapacak o kadar şey var ki… Defne’de her uykusuz gecenin arkasından, iki gün de, o geceyi ne kadar uykusuz geçirdiğimi anlatarak geçirirdim. Zaman bolmuş demek.

Şimdi hızlı, hıphızlı.

Derken… Aslında birden 24 saatin ne kadar da uzun olabileceğini gördük.

Telaşla.

Uzun anlatmaya gerek yok belki.

Unutulmasa da şükür bitti, gitti denmeli sadece.

Doğa’nın boynunda bir beze çıktı aniden.

24 saat belirsizlik.

Ve Allah’a binlerce şükür enfeksiyonmuş.

İşte o 24 saat çok uzundu. Çok.

Uyumuyor, yemiyor, hiç durmuyor diye söylensen söylensen bile bitmeyecek.

Ya da söylendiklerine utansan, öpsen sevsen yesen yine bitmeyecek.

Her an dua edip, her an şükür etsen yine de yetmeyecek.

Her gün iğne olduğuna şükür ettik,  şifası var diye.

Her gün dua ettik, ihtiyacı olan acil şifa bulsun diye.

Allahım kimseyi evladının acısıyla sınamasın.

 

 

Doğa 4 aylık!

doga4ay

Bu veletler büyüdükçe tatlanıyor diyorlar ya, tatlanıyor mu bilmiyorum ama, iki gülücük, bir kucaktan kucağa atılma, insana boşa kürek çekmiyorum hissi veriyor o kesin. Deli gibi uykusuz kalıyorum ama olsuuuun yüzüme bakıp bakıp gülüyor, eşek gibi yoruluyorum ama olsuuun kapıdan girince kucağıma kucağıma atılıyor, üstüme, koltuğa, üstüne olan iki pantolonumdan birine mütemadiyen kusuyor ama olsuuun şöyle ağız dolusu aguuu diyor. Evet ya karşılığında birşey görmeye başlayınca gaza geliyorsun, ben öğretiyorum ulan havalarına giriyorsun, bak her gün bir saat çocuğun suratına suratına a-gu, a-gu hadi annecim hep beraber a-gu dedim ya ondan öğrendi diye coşuyorsun. Ya da hergün 12 saat kucağımda taşırken ayaklarını dizime bastırıp çalıştırdım ya, ondan bak neredeyse adım atacak, heeeep benim sayemde diye havalara giriyorsun. Bu durumda uyanıkken sırtının yere değdiği nadir ve toplam onbeş dakikada, yana dönüp, totosunu devirip yatmayı kimden öğrendi bilemiyorum. Ayyyynı babası!

Bu ay iki ucu bir arada yaşıyoruz evcek. Misal Defdef’le Doğa sözleşmiş gibi birlikte uyumayıp, birlikte delirdikleri anlarda, şöyle ikisini birden kaldırıp camdan atasın geliyor, şanslıysa hava da şahin falan kapar, besler büyütür akıllanınca getirir diyorsun, yok düşerlerse (töbe) en azından üstüste düşerler de kardeş kardeş takılırlar diye kendini avutuyorsun. Ama o aile boyu delirerek başladığınız ve gece en az 5 kere topluca kalkıp başa sardığınız gecelerin sabahında (misal 6.15 diye düşün her sabah), Doğa yatağında uyanıp, açık olan tek gözüne doğru bakıp bakıp sırıtıyor, o anda Defne yandaki odasından, çuval gibi tulumunun eteklerini toplaya toplaya yanınıza geliyor, sonra Defne 6.15’te nereden bulduğunu anlamadığın bir enerjiyle yatakta çıldırarak zıplıyor, Doğa da ağzının suuynu akıtıp, gülerek onu seyrediyor ya… Sonra 10 dakikalığına yatakta yanyana yatıp, onun eli ağzıma çarptı, benim ayağım gözüne girdiler eşliğinde kuduruyorlar ya… Ha bildin işte… Şahini çağırıp vazgeçtim diyesim geliyor. Ver oolum çocuklarımı. Çok istiyorsan kendin doğur. Hem de iki tane. Ne kararsız kadınsın, akşam verip sabah alıyorsun diyen şahinin de ağzına iki tane terlik çarpasım geliyor. Olur çünkü. Anneler terlik çarpar. Racona uyar.

4. ay gelişme raporunu da bildiriyorum. İyi dinle. Erkek ayağı diye bir gerçek var bu hayatta. Varmış yani. Defne doğmadan, ay doğunca giyer diye aldığım 18 numara babetleri yaşına gelince giymişti. Bu bilimsel verilere dayanarak aldığım hiçbir çorap Doğa’nın ayağına olmuyor. Çocuk doğduğundan beri topuğu ayağının ortasına gelen çorap giyiyor. Cimriliğimden yenisini de almıyor değilim. Valla alıyorum. Ama her gittiğimde ya 0-6 ay yazan çorap alıyorum, olmuyor ya da 18-19 alıyorum -artık yuh diyerek- küçük geliyor. Çocuğun 21 tane çorabı var ama topuğu, topuğuna gelen yok arkadaş! Hay ben zaten o çorapları üçlü üçlü satan zihniyetin! Bu durumda Doğa’nın 18 numara ayakla doğduğuna inanıyor, bu gerçeği kabullenene kadar Defne’nin ancak 24’e gelmiş ayaklarına kıyamam diyorum.

Bir de “ay dişi çıkıyor ondan mı acaba?” ayına gelmiş bulunuyoruz. Çocuk mızmız. Dişi mi çıkıyor? Uyumuyor. Dişten o dişten. Eli mütemadiyen ağzında. E diş bu tabi, kaşınıyor. Salyası yerleri suluyor. Ay yerim onun salyasını, diş bu bee, kıyamam. Yüksek sosyeteden geri kalmamak adına çocuğuma bir Sophie zürafası alma zamanı geldi demek ki. Fransa’da doğan her çocuğa bir Sophie hediye edilirmiş ya, benim neyim eksik. Yeşil soğan verecek değildim herhalde eline! Hıh!

Bir de ek gıda mevzuları var ki, bir üşeniyorum sorma gitsin. Defne’de doktoru 4. ayda çok az tattırmaya başlayın, ne kadar erken tadarsa, o kadar az önyargılı oluyorlar demişti. Gerçekten de Defne’de rahat etmiştik. Defne de elimde listeyle, anında Amasya elması peşinde koşarken, Doğa da 10 gün oldu daha listenin çıktısını almadım, sen hesap et. İkincilerin kaderi bu diyorlar ya, anneeee sana sesleniyorum, bu kadar mı eziktik biz yaaa?!

Evet. Hala seviyorum.

İkisini de.

 

 

Şükür…

Defne doğduğunda, ben “ben” değildim.

Anne olmaya hazır değildim-değilmişim.

Hayatımızın merkezine oturan bebeğe hazır değildim-değilmişim.

Ben; anne olamıyordum.

Bebek; Defnem, kızım olamıyordu.

Ama eski halime de dönemiyordum.

Arafta gibi.

Arkama dönüyorum. Çoook uzak puslu bir geçmiş.

Önüme bakıyorum. Boşluk.

İyi değil. Kötü değil. Sadece boşluk.

Mutlu değildim. Mutsuz da. Sadece hissiz.

Bebek ağlıyordu. Bebek emmek istiyordu. Bebek kucak istiyordu. Bebek uyumuyordu.

Halimi görenler “şükret” dedi. Haline şükret.

Uyumuyor diyorum. Bak bilmem kimin bebeği daha fena. O hiç uyumuyor.

Ağlıyor diyorum. Bak bilmem kimin bebeği daha fena. O daha çok ağlıyor.

Şükrettim. Benimkinden daha kötü bebekler gibi olmadığı için.

Daha kötüsü de olabilirdi diye, daha iyi hissetmem gerekliydi.

İyi hissettim.

O boşluk hissi geçince, ben kendimi bulunca, bebek; Defnem olunca anladım.

Ne ikiyüzlüymüşüm.

Dedim.

Kendinden kötüyü görüp, onun gibi olmadığına şükretmek.

Ay Allah korusun ya öyle olsaydı demek.

Şükür mü ki bu.

Çok “şükür” geçti gitti o günlerim.

Uzaklarda kaldı.

Doğa doğdu.

İlk hafta emip uyuyan, sakin mi sakin bir bebekti. Şükrettim.

Hiç “bebek” demedim ona. Bebeğim dedim. Oğlum. Canım.

“Kolay” olanı sevmek ne kolay diye düşündüm. Sana uyanı.

Marifet öyle olmasa da sevebilmek.

Bir hafta geçince, Doğa da her bebek gibi oldu. Defne gibi.

Uyumadı, yemedi, ağladı, hep kucak istedi.

Şükrettim.

Allah bize onu verdiği için.

Ağlayacak, uyumayacak, kucak isteyecek kadar sağlıklı olduğu için.

Bizi seçip, bize geldiği için.

Bir saat ağlayıp sallayıp on dakika uyuduğu için.

On dakikanın sonunda gülerek uyandığı için.

Ve dua ettim. Daha kötüleri gibi olmasın diye değil, daha kötüleri de iyi olsun diye.

Her zaman böyle miyim?

Asla.

Deliriyorum, kızıyorum, yoruluyorum.

Ay çok şükür, bilmem kim gibi değil neyseki diye rahatlatırken buluyorum kendi kendimi.

İnsanım. Zaaflarım, zayıflıklarım var.

Ama artık şükretmenin kıymetini daha çok biliyorum.

Ve ne için şükretmem gerektiğini.

 

 

Doğa 3 aylık!

fotoğraf

Çocuk 3 ayı geçeli iki hafta oldu, yazıya ancak fırsat buldum. Evde bir tantana, bir cangama sorma gitsin! Ay büyüğü yolluyor tüm gün okula, yanında el kadar bebe, o da tüm gün uyur zaten, hem bakıcı da yok muydu bunlarda, anneler de emrine amade zaten diyen olursa, hiç affetmem, ağzını burnunu dağıtırım!

Yok zaten bakıcı da. Gitti. Kaçtı da denebilir.

Benden mi?

Daha neler?

Şimdi bir beni gaza getirenler silsilesi vardı ya, ayyy ikisi bir büyür, bir bakmışsın, ikisi bir ilkokula başlamış, satmışsın sıpaları anneanneye, babaanneye, kolunda kocan, artık paşa gönlün nereyi çekerse, artık Maldivler mi dersin Prag mı gezersin diye, hani onlar diyordu ya, amaaaan ikinciler çok kolay büyüyor, uyuyor, yiyor, kendi kendine büyüyor, farkına bile varmıyorsun diye, önünde zaten ablası var örnek, her aşama kolayca geçiyor diye. Hah işte, onlara sesleniyorum. Nerdesiniz ulan?! Niye kimse bana demedi 2 çocuk, bir çocuk çarpı iki değil, çok çocuk demek diye. Oolum manyak mısın daha ilki bebek, deli misin diye. Misal büyük olan (hani abla diyorsunuz ya), dün gece 5 kere kalkıp, sabah da terliğimi uzağa fırlatmak istiyorum ama fırlatmak istemiyorum diye bir saat ağladı. Ağladı dediysem kibarlığımdan. Höykürdü bildiğin. Terliği ağzına fırlatmamı ister misin yavrum diye yapıştıracaktım iki tane de valla modern anneliğim durdurdu. Bizim örnekte mi sıkıntı acaba?! Doğa’ya da eğlence valla. Sırf Defne’nin bağırtısını ve biz evdeki üç zavallı yetişkinin (evet bakıcı kaçtı ama babaanne tam destek) çabalarını seyredeceğim, olayı kaçırmayayım diye, sabah uykusunu 1.5 saat erteledi çocuk!

Doğa için hayat şu şekilde geçiyor zaten. Gözler kocaman açık, ağız gözlerden de açık, salyalar çoraplarımızı sulaya sulaya (evet bizimkileri de), Defne’yi seyredip, çete liderinin disiplinli eğitim sürecinin her dakikasını aklına yazarak. Yürüdüğü gün, Defne bunun eline de verecek bir hortum parçası, kağıtları kıvırtıp, ok yapacaklar, ikisi bir olup totomuza totomuza üfleyecekler diye çok korkuyorum! Ucuna toplu iğne de koyar bu zirzoplar!

Ay ben Doğa’nın üçüncü ayını anlatacaktım, yavruma hatıra kalacaktı. Bir başlayınca duramadım, ohh söylendim söylendim de rahatladım.

Efenim, Doğa üçüncü ay itibariyle, onu yapıyor, bunu yapıyor, uyumuyor, durmuyor, bizi mahvediyor ama bir gülüyor, hah işte o an dünya duruyor aşamasına geldi. Evet, geldi. Bildiğin gülüyor. İnsanı fena yapıyor.

Akşam 11 yatmışsın.

Gece 1. Kalkmışsın.

Gece 3. Kalkmışsın.

Gece 5. Kalkmışsın ve bu defa dalacaksın, ne kalkıp duruyorsun çocuum diye. Tam o anda şeytan dürtüyor, bu sefer de babası kalksın, ona da adilik olsun, hem uyumazsa o gezdirir azıcık da kucağında diye. Emzirip, babasına kakalayıp, ölü numarası yapıp yastığa kafayı gömmek niyetindesin. Güney’i dürtüyorsun, sevgiliiiim* oğlumuz ağlıyor, bir zahmet bakar mısın diye. Güney de lafına istinaden bir zahmet kalkıyor, yatağın başına gidiyor. Başlıyor kıkırdamaya. Aha da bunun da kafa gitti, devreler yandı diyorsun. Ne gülüyorsun sevgiliiiim*, evet oğlumuz pek tatlı ama deli misin nesin derken, gülüyo yav bu diyor. Atma la -ay pardon sevgilim- nereden gördün karanlıkta derken, şeytan dürtüyor sen de bakıyorsun ve evet gülüyor.

İşte o gün bittiğimiz gün.

Şimdi her gece zırt pırt kalkıp gülüyor adam. Ayıp olmasın diye mecbur biz de gülüyoruz. Haydaaa, ondan sonra eller havaya!

Şundan 4 sene önce biri sabahları 5 te kalkıp güleceksin dese biri, totomu dönerdim, artık güler miydim napardım kimbilir. Bozdu bu annelik müessesi beni.

(Şimdi bunca yazının üstüne biri de ay ne var, üç aylık bebek 2 saatte bir kalkmış çok mu derse, ona da dalarım, zira diğer iki saatte bir de Defne’nin kalktığından bahsetmiyorum burada. Sırf için şişmesin, çocuk yapasın varsa, hevesin kaçmasın diye. Bak yukarıdaki yıldız işaretli yerlerde de evlensen, çocuğun olsa ve hatta iki tane bile olsa kocanla hala aşk yaşayacağını gör de umudun kırılmasın diye, evdeki hitap şeklimizi bile yazıyorum. Hayır, öyle olmasa Güneeeeey diye bir höykürürdüm de komşular bile duyardı. Var mı duyan? Yok. Teşekkürler.)

E işte, 3. ayın özeti, gülüyor, yuvarlanıyor, aguluyor, bıdır bıdır sesler çıkarıyor, ve en önemli aktivite tüm heyecanıyla Defne’yi izliyor.

Bir de yalan yok, çooook ama çok seviliyor.

Yerim. Yiyorum da.