En güzel benim, var mı artıran?

 

Ben yine fotoğrafımı şuraya koyayım da şaibe, dedikodu olmasın!

Ben yine fotoğrafımı şuraya koyayım da şaibe, dedikodu olmasın!

 

 

Ortalama bir boya sahibim. (Annem hariç herkesin gözünde. Ahhh benim güzel kızım uzunların da ayakları büyük olur boşver.)

Ortalamanın altında bir kiloya sahibim. (Annem hariç herkesin gözünde. Ahhh benim çok zayıf kızım, kemiklerin sayılıyor, üzülüyorum.)

Ortalama bir güzelliğe sahibim. (Annem hariç herkesin gözünde. Ayyy Tuba Büyüküstün de kimmiş, halt etmiş, en güzel Tuba, benim Tubam.)

Çok şükür eli ayağı düzgün, sağlıklı, sıradan bir insanım işte.

Amaaa, bu sıradan insan hep böyle mi sandın? Yanıldın!

Doğduğumda bir dünya güzeliydim! Bir kere bildiğin sarışındım! En doğalından. Tontiş tontiş birşeydim. Bir bakan döner bir daha bakardı.

Biraz büyüyünce az sıskalaştım ve sıskalık o dönem pek matah bir şey değildi ama 5 yaşına göre olurum vardı yani.

Sonra okul yılları…

5. sınıftan sonra bir hazırlık sınıfı okurduk ya, (Hah işte, güzel olduğum kadar akıllıydım da, iyi bildin! Anadolu Lisesi’ne giden pek üstün(!) çocuklardık.) o sene hayat bayağı güzeldi be. Artık sarışın olmasam da açık kumralla idare ediyor, sıskalık artık bir miktar prim yapıyordu. E akıllıydım da. Üstüne bir de uzundum, sorma! Beden dersinde hoca bir sıraya dizerdi de vallahi hep 3. olurdum. Zaten 1. ve 2. olmak da iyi bir şey değildi. O kadarı da kazuletlikti! Hıh.

Sonra hazırlık bitti. Yaz tatili oldu. 3 ay görmedik birbirimizi. Okul açıldı, beden öğretmeni sıraya girin dedi. Sıranın ennn güzide yerine, 3.lüğe gittim gururla. O da ne? Üçüncülük değil otuzüçüncülük olmuş benim yerim!

O gün benim için dönüm noktası oldu.

Aynaya baktım. Açık kumral zannettiğim ben, bildiğin karaymışım lan! Sonra kaşlarıma takıldı gözüm. Başparmağımla işaret parmağım arası bir kalınlığa ulaşmıştı! Ve sıskalıktan dizkapaklarım pörtlüyordu!

Vay lan dedim, yıllar bana oyun oynamış. Ailem bana oyun oynamış. Tüm sevdiklerim böhüüüü. Devam edemeyeceğim…

Neyse efenim, o “kara gün”ü yolladım bilinçaltına, her çirkin insan gibi, akıllı olmaya oynayayım bari dedim, o yola verdim kendimi.

Ta ki üniversiteye kadar. Yıllarca okulun ” akıllı” kızı olarak rol kesmeye alışmışken, geldim ODTÜ’ye. Sağıma soluma bir baktım, lan ortamdaki en salak benim neredeyse. Millet çift ana dallar, yan dallar, bilmem ne bursları, yurtdışı projeler vs vs, herkes mühendis, herkes mühendis.

Benim gibi mimarlıkta okuyanlar da ya “alternatif tip” olmaya vermişler kendilerini, altta şalvar, üstte örgü yelek, saçlar mor falan.

Ya da “mimarlığın ünlü kızları”nın ününe ün katmaya adamışlar kendilerini. Saçlar sarı, fönlü. Altta Harley Davidson çizme. İçinde boru paça kot. Skinny jeans henüz keşfedilmemiş.

Baktım şalvar, örgü yelek bize ters, dedim lan gideyim de bari saçımı sarıya boyatayım.

Kuaför dedi ki sarı zor renk. Alışmak lazım. Biz sana önce röfle yapalım. Daha ombresi, araya ışıltı katması falan yok piyasada. Meç’ten yeni kurtulmuşuz, öyle diyeyim ben sana.

Ver dedim röfleyi ya, ver! Madem o moda.

Yaptı adamcağız kendince birşeyler. Saçlarım sarımsı kahverengimsi çizgili bir şey oldu.

Gittim okula. Herkesten bir övgüler, bir övgüler. Vay lan dedim, özümde güzelim de biraz bakım gerekli demek ki. Röfleyi geçip bir de komple sarıya boyasam, bak coşkuya!

Bir arkadaşım vardı. 30 küsür yaşında. Manik depresif. Lafın gelişi değil. Klinik olarak tescilli. Arada bir sene hastanede yatıyor, geri gelip bir dönem okuyor falan. O gördü beni. Nasıl dedim, saçıma sen de hasta oldun dimi? Kafayı değiştirmişsin de kaşın ne mal olduğun gerçeğini saklayamamış dedi. Sonra beni soya etli kuru fasulye yemeye davet etti.

Hiç mi oluru yok dedim.

İçine sindiyse dedi.

Sinmedi.

Hayatımın ilk beş yılında yaşadığım sarışın günlerim, tam orada sonsuza kadar son buldu.

Defter orada kapanmıştı.

Ta ki Defne’yi doğurana kadar…

Herkes “Aa anne esmer, baba esmer bu çocuk nasıl böyle oldu?” dedikçe başlıyordum anlatmaya. Ben aslında doğduğumda sarıydım. Yani mışım. Bak valla. Aha da fotoğrafım diye.

Sonra Doğa doğdu.

Aaa, anne esmer, baba esmer, bu çocuklar nasıl sarı böyle? Hem de maşallah pek boylu olacak bu çocuk. Kime benziyor bunlar?

Ay kime benzeyecek, Victoria’yla David’e benzeyecek değiller ya, ayyynı ben işte! Ben doğduğumda sarı, orta bire kadar da uzundum. Bak valla.

Cep telefonumda 3 yaş fotoğrafımı taşıyorum la, her burun kıvırarak sorana şşşrraaaak diye göstermek için!

Ay bunca şeyi niye anlattım?

Biri daha gelip de “Ay bu çocuklar ayynı sana benziyor ama bunlar çok güzel!” derse şşşraaak diye fotoğrafı göstermeyeceğim, iki parmağım arasında başparmağımı göstereceğim!

Onlar güzelse, ben de güzelim. Değillerse de değiller. Kime ne!

Defne ve Doğa siz de havaya girmeyin lan boşuna, şurada olayınız 5 yaşına kadar.

Ondan sonra Defne kuaföre, Doğa İbrahim Tatlıses’in oğlu İdo’yla arkadaş olmaya.

O da kaşlarını yeni şeetmiş de. O bakımdan.

Hadi dağılın.

 

Güzel gel 2016!

Yeni yıl zamanı geldi işte. Her sene yarı şaka yarı ciddi, biraz maddi biraz manevi, şunu da isterim bunu da beklerim diye sayardım da sayardım.

Ben isteyeyim de vermeyenin yüzü kara diye.

Oh ohh suyundan da, ohh ohhh huyundan da koy koy.

Ne koyarsa artık.

Bu sene öyle büyük travmalar yaşadık ki milletçe hatta insanlık adına, o soytarılıklara gönlüm bir elvermedi.

Umut dileyeyim dedim.

Göle yoğurt çalan adamın torunlarıyız biz, umut bizim işimiz dedim, Nasrettin Hoca’yı hatırladım.

Sağlık dileyeyim dedim.

Ihlamurundan, ayva çekirdeğine, rezenesinden, hatmi çiçeğine sıra gelmez bizde Calpole, Nurofene. Geçmeyen sinüzite acı kavun suyu damlatmışlardı da değil burnum çakralarım açılmıştı yeminle. Modern tıbbı bir tarafa koydum da Kayseri’de yüzyıllar önce müzikle tedavi eden hastaneleri hatırladım.

Neşe dileyeyim dedim.

Arabayı sağa çekip, müziği son ses açıp,aşağı inip gerdan kıran insanlara daha ne diyeyim. İçimden Angara’nın bağlarının sözlerini hatırladım.

Vicdan dileyeyim dedim.

Komşusu açken tok yatamadığımız günleri hatırladım.

Huzur dileyeyim dedim.

Pamuk sakallı dedelerin cami avlularında sohbet edişini hatırladım.

Paylaşım dileyeyim dedim.

Kapıdan her gireni, saat kaç olursa olsun, yoldan geldin açsındır diye doyuran ninemi hatırladım. Yol dediği karşı sokak olsa bile.

Birlik dileyeyim dedim.

Güney Siirt’te askerken, Batman Siirt arası Kürtçe müzikli dolmuşlarda, Kürtçe başlayıp, abla sen niye geldin buraya diye devam eden, hayatlarımızı paylaştığımız sohbetleri hatırladım.

Bu milletin herşeyi vardı da noldu diyeceğim geliyor, hadi diyorum millete de mal etmeyelim bu işi, Türkü Kürdü Lazı Romeni’ne bağlanmasın olay.

Da bu coğrafyanın insanının herşeyi vardı be.

Noldu?

Yüreğiniz poponuza mı kaçtı?

Yeni yılda birlik, beraberlik, sağlık, mutluluk, huzur falan demiyorum.

Sütün var mı?

Var var.

Unun var mı?

Var var.

Şekerin var mı?

Var var.

Ne duruyorsun?

Napayım?

Helva yapsana helva yapsana helva yapsana canım İNSAN olsana diyorum.

Sen bu coğrafyanın güzel gönüllü, içten gülüşlü, komik insanıydın unuttun mu?

Güzel gel 2016.

Güldür yüzümüzü.

 

Hadi…

Yaptığın iyilik söylenmez dediler bize.

Sağ elin verdiğini sol el görmeyecek.

Hatta senin verdiğini mümkünse alan bile bilmeyecek.

Diyen annendi, babandı. Doğru dedin. Böyle bildin.

Böyle bildim.

Yakın zamana kadar.

Ama artık fikrim değişti.

Bizim verdiğimizi alan bilmesin de diğerlerinden biraz vazgeçtim.

Niye mi?

Şehir hayatı de, iş hayatı de, çocuklu hayat de, ev hayatı de adına ne dersen de, hepimiz pek bir yoğunuz ya! Ben de öyleydim.

Hep kendimden, ailemden, dostlarımdan başkaları için de birşeyler yapasım vardı ama vaktim yoktu işte.

Fiziksel katkıyı bırak, her akşam yatağa yatınca, “Lan ben Lösev’e para yatıracaktım, yine unuttum, hay ben senin gibi kafayı!” deyip ertesi gün yine “çok yoğun” hayatıma dönüyordum.

Bu sene öyle olmamaya söz vermiştim kendime. Ciddi söz.

Sonra düşündüm, muhtemelen bir sürü arkadaşım benim gibi.

Herkes küçük bir kıvılcım bekliyor.

Ya da poposuna küçük bir tekme.

Tıpkı benim gibi.

İlk başta utana sıkıla, Defne’nin okulundan arkadaşım olan velilere yazdım, aklıma gelen, bir ucundan küçücük de olsa ben tutayım dediğim yardımları.

Baktım, herkes benim gibi. Herkes çok istiyor ama çok meşgul.

Artık utanmadan yazıyorum. Hadi diyorum “Bu sefer de şöyle bir adım atalım mı?”

Hala popomuzu çok kaldırmadan “bütçe” yardımı bu.

Belki en makbulü bu değil. Ama olsun. O da olacak.

Benim tek başıma altından kalkamayacağım “bütçe” bir anda mutlu ve hevesli seslerle nasıl toplanıyor.

Adı “iyilik” değil bunun. O kadar yüce insanlar değiliz bence.

Adı “görev” de değil. Yapmak zorundayız ve yapalım değil.

Adı “şans, kader ne denirse o sebepten, terazinin artı tarafında olanların, terazinin diğer tarafına bir fiske dokunma çabası.”

Eşitlemek demeye dilim varmıyor. Öylesi ütopya. Keşke olmasa.

Şunu demek için yazdım bu kadar uzun uzun:

Bu defa sen de üşenme, hatta yanına bir arkadaş al, o da üşenmesin.

İster maddi, ister manevi, ister bedenen…

Birinin gülen yüzüne sebep ol bu yılbaşı.

Bir çocuk, bir yaşlı, bir yeni doğum yapmış…

Bir insan işte.

Hadi.

 

 

Annamadıııım!

Soru soran çocuk makbuldür. Hele çok soranı, çok makbuldür. Meraklı olduğunu gösterir ki bu iyi birşeydir. Herşeyi olduğu gibi kabul etmez, sebebini, sonucunu öğrenmek ister. Öğrendiklerini, bildikleriyle birleştirir, zihninde yeni açılımlar yapar. Çocukların sorularına baştan savma cevap verilmememsi gerektiği gibi, yaşını aşan gereksiz açıklamalar yaparak da zihni bulandırılmamalıdır. Böyle çocuklar ileride ben diyeyim bilim insanı, sen de sanatçı olur.

Diyenler var ya… Hah işte, onlara sesleniyorum. Hayrına bi bakıver hele. Oradan atıyorsun tutuyorsun da, gel bakalım yamacıma.

Şimdi Defne soracak, sen cevapla.

D: Anne, hani bebekler annelerinin karnına gelmeden bir yerde bekliyorlar ya, Doğa da orada bekledi ya, ben de bekledim ya, ben beklerken sıramı Doğa da orada mıydı peki? Beni görmüş müydü?

T: Şimdi evladım, tam olarak bir  yerde beklemiyor da, hayali bir yer gibi.

D: Annamadııııım.

T: Bunlar biraz daha büyüklerin konuları Defdef, ondan anlamadın.

D: Ama annamak istiyoruuuuum, anlaaaatt, anlat dediiiiim. (Olay sinir krizine dönüşür, neyi annamak istediğini annayamadığın hale gelince beynin, topukla dostum!)

 

D: Baba, ben Afrika’ya gitmek istiyorum ya, bak para buldum, kumbarama atcam, sonra da sayalım.

G: Ama kızım biz kumbaradaki parayı bankaya yatırdık.

D: Banka ne demek?

G: Vıt demek zıt demek…(Size acıdığımdan özet geçiyorum.) Hem de banka bize aferin, para biriktirmişsin demek için faiz bile verir.

D. Faiz ne demeeeek? Niye aferin der banka? Banka kiiiim? Parayı çektiğimiz yer çok küçük, içinde insan olmaz kiiiiii? Annamadııııııımm, anlamak istiyoruuum. (Kaaaaaç!)

 

D: Anne, radyodaki abi şarkıyı ne güzel söylüyo dimi?

T: Evet Defne, ben de beğendim çok.

D: Peki o abi nerede? Şu anda mı söylüyor?

T: Vıt oluyor, sonra da zıt oluyor. Oluyor da oluyor. Radyonun mantığını ben bile annamıyorum çocuuum, çıldır ma kızım, tamam araştıralım evladım.

D: Annamadıııııım.

 

D: İstiklal Marşı ne demek?

T: Vıt vıt, zıt zıt, hani sizin okul şarkınız var ya, onun ülkece söyleneni gibi yani.

D: Ülke ne demeeeek? Niye ülke şarkı söylüyor? Niye Kaanlar okulda söylüyor peki şimdi? Niye her gün söylemiyorlar peki? Annamadıııııımmm.

 

D: Anne uçaklar çok güzel uçuyor değil mi?

T: Evet canım.

D: Ama ben uçamam.

T: Evet canım.

D: Peki neden uçamam?

T: Motor, kanat vıt zıt…..

D: Motor ne demek? Niye uçamam? İstersem uçarım da uçamam. Annamadııııım, anlamak istiyoruuuuum.

 

D: Anne 1 le 4 yanyana gelince 14 olur değil mi?

T: Evet canım.

D: Peki 4 ile 1 yanyana gelince.

T: Kırkbir olur Defne?

D: Nasıl oluuuurrr? Olamaz? Herşeyin bir adı olur. İki adı olamaaaaaz. Birle dördün yanayana gelmişinin adı da ondörtttttt. Annamadıııııııım.

 

D: Anne ben Afrika’ya bugün gitmek istiyorum.

T: Bugün gidemeyiz annecim, uçak biletini şimdi alınca çok pahalı olur.

D: Peki sonra gidersek ucuz mu olur?

T :Biletini şimdi alırsak evet ucuz olur.

D: Nasıl oluuuurrr? İkisini de bugün alıyoruz, nasıl ucuz oluyor, annamadıııııııım! Anlaaaattt.

Ah ulan Güney,  tüm hamileliğimde ve Defne’nin tüm erken gençliğinde -ki 0-4.5 yaş arasına tekabül ediyor- hepimize, Nasıl Yapılır, Nasıl Yapılmış, Nasıl Yapıyorlar izlete izlete yaktın oolum devreleri. Gel de şimdi ayıkla pirincin taşını!

DSmart yak bizim aboneliği Allah’ını seversen!

 

 

 

 

 

 

Mutlu son!

Kardeş kavgasına hazırdım. Yani fikir olarak.

Pek kıskanç bir akrep burcu olarak, kıskançlığı da iyi bilirim.

Açıkça söyleyeyim, herkes en çok beni sevsin isterim.

Ama içimden.

Genellikle.

Öyle para pul, şan şöhret, kariyer vs kıskanmam.

Yetenek, akıl, bir de en çok sevgi işte.

Herkes en çok beni sevsin isterim demiş miydim? 🙂

Zararım kendime.

Kıskandığıma bir pislik yapmışlığım yok.

Yine genellikle.

En fazla duygu sömürüsü. Onda da oldukça iyiyimdir hani!

Neyse efenim, bu duyguyu, böyle yoğun bilen biri olarak, Defne’nin Doğa’yı kıskanacağına emindim. İnsancıl bir duygu olduğunu da düşünüyordum. E Doğa da kıskanırdı, onun da başı kel değildi. Zaten kardeşli hayat dediğinin %85i kıskançlık ve kavga değil miydi?!!

Benim kavgadan anladığım şuydu: Atıyorum biri bir şey kıracak, öbürüne annemlere söyleme diyecek, öbürü gelip hemen ispileyecek, sonra biri beni niye ispiledin diye bağıracak, öbürü kırmasaydın diye çemkirecek. Ben de en sakin amma velakin öğretisi yüksek sesimle, önce kırana kızacağım, niye kırdın diye, öbür ispiyoncu sevinecek. Sonra da ispiyoncuya kızacağım, niye ispiyonladın, kol kırılır yen içinde kalır diye. Bu defa da kıran sevinecek. Nasıl ama? Mutlu son! Win-win. Siz Türkler nasıl diyooooğğğ? Kazan-kazan yani. Teorimi sağlam kurmuştum. Pratik zaten küçük parmağımın işi.

De, kimse “çekişmek” diye birşeyden bahsetmemişti! Allahım Allahım, iki tane sesi tavuktan ince velet, uyanık kaldıkları sürenin yarısından çoğunu nasıl çekişip bağırarak geçirir?! Biri eline çorap mı aldı, diğeri de illa “o” çorabı istiyor, o anda dünyanın en pahalı çorabını getirsen, hatta motivasyon olsun, içinde Adriana Lima’sıyla, Victoria’s Secret mağazasından alayım desen, dönüp de yüzüne bakan yok! Hayır, Güney’den bahsetmiyorum. O konu dışı! Çorap dediğin iki adet, al birini ver birine. Yok! O da yok! Maksat olayı çözümlendirmek değil, o tavuktan ince sesleri yarıştırmak bence. Çatal, kağıt, oyuncak, sümüklü mendil, içi yenmiş cevizin kabuğu, ağzından çıkmış lokma. Konudaki özne farketmiyor. Bütün gün çekişiyorlar azizim!

Nerede benim teori? Nerede, herkesin kazandığı mutlu aile tablosu?

Diye diye her gün öğretisi az amma velakin tonu yüksek sesimle cırlıyordum evde.

Geçen akşama kadar.

Ben mutfakta yemek yapıyordum.

Yine.

Güney ortalarda varmış gibi davranıp, içerilere fıymıştı.

Yine.

Ve içeriden hiç tavuktan ince ses gelmiyordu. Arada bir iki kahkaha.

Noluyo lan dedim, hayattaki ilk müttefikliklerini beni zehirlemek için falan mı kuruyorlar?!!!

Sonra ablamın küçükken beni camdan sarkıttığı” an” geldi gözümün önüne. Nasıl da sessizdik o an ve nasıl da sadece gözlerimiz konuşuyordu!

Hemen koştum içeriye.

Kapıdan bir baktım salona. Onlar beni görmüyor. Ortada “Çağdaş market” poşeti. Markayı da veriyorum ki, keramet ondaysa reklam olsun. İçine tahta blokları dolduruyorlar, boşaltıyorlar, sallayıp sallayıp gülüyorlar. Öyle de saçma bir oyun! Bir ara Defne tahta küpü koydu içine, salladı hızlı hızlı, Doğa gülsün diye, Doğa da kahkahalar atıyor, birden hızı fazla kaçtı, Doğa’nın kafaya çarptı, ağlamaya başladı. Defne, hemen yere diz çöktü, özür dilerim kardeşim, yanlışlıkla oldu, acıdı mı çok, öpeyim dedi. Doğa da uzattı başı, öpüşüp oyuna devam ettiler.

O “an”ı kazıdım zihnime.

Her delirdiğimde çıkarıp önüme koymak için.

Her söylendiğimde kendime sus payı olsun diye.

Her ulan bir yerde yanlış yapıyoruz ama nerede, bu çocuklar niye devamlı çekişiyor dediğimde, yüreğime fıskiyelerle su serpilsin diye.

Kardeşlik müessesinde üç yanlış bir doğruyu götürüyor mu bilmiyorum.

Bir doğru üç yanlışı götürüyormuş ama.

Net.