Flaş flaş flaş!

Geçen hafta Defne hastaydı. Ateşi 39’un üzerine çıktı. Çok üzüldük, hiç kıyamadık ama çok şükür toparladı.

Ama bu ateşin bir de iyi tarafı vardı. Tabi insanın inanası gelmiyor, ne gibi bir iyiliği olabilir ki diye. Şimdi Defne sıpası benim karnımdaki minnak hallerinden başlayarak hep biraz kuduruk bir model oldu.  Totosu durduğu yerde bugüne kadar hiç duramadığı için de tel sarar, çirkin ol, hadi korkut, babana birbir anlat gibi her Türk bebeğinin geçmesi gereken yollardan bir türlü geçmek bilmedi. Alkış hariç. Onu da vakti zamanında anneannesi 1 haftalık görüşmelerinde öğretmişti. Baybay da hariç ama o konu dışı. Dışarı gitmenin dolayısıyla rahatça kudurulacak mekana geçişin anahtarı gibi gördüğünden onu hareketiyle olsun, kelimeleriyle olsun erken aşamalarda öğrenmişti. Bu ateş dediğin şey yükselince insanı halsiz düşürüyor, hareket edecek hal bırakmıyor malum. Defne de ateşinin yükseldiği anlarda zorunlu olarak totosunun üstüne oturdu, o ateşten kıpkırmızı yanaklarıyla kitaplarına falan baktı,  bizimle daha çok sohbet! etti. Zaten o sabah pazar olmasına rağmen klasik sendromumuzu az yaşayıp, dışarıda da olsa 1.5 saat uyuyunca birşeylerin ters gittiğini anlamam lazımdı! Sonrasında bir gün içerisinde gelsin öpücük atmalar, fıs fıs diyerek krem sıkmalar, kaşıkla bebeğe yemek yedirip bir de ağız şapırdatmalar,  gitsin a-aa-aaa diye elini ağzına vurarak yamyam dansı yapmalar, tel sarmalar, pisi pisi diye kedi sevmeler !

Ve en bomba süpriz! Defne artık öpüyor! Sulu sulu, sesli sesli. Pek tabi ki sadece beni! Bu nasıl bir mutluluk anlatamam! Bir kez daha öpsün diye 10 dakika uğraşıp, sadece beni öpüyor diye Güney’le birbirimize giriyoruz! Evet, bu anne-babalık kurumu dediğin şey aleni manyaklık. Kabul.

İki saat ateşi çıkıp sakin oturunca bunları öğrenirse, hep sakin otursa neler öğrenecek diye Nobel ödüllü annesi hayallerime çoktan geri döndüm bile! Neyseki ateş düştü, Defne özüne döndü, totosu yerle ilişkisini kesti. Defnecik hasta olmasın da ben peşinde koşarım kıvamına çoktan geldim. Ama Defne’nin bilmesine gerek yok.

Bir de düne kadar biz yürütürken habersiz bırakınca birkaç adım atarak yürüyordu Defne. Dün çimlerde oynarken bile isteye, arka arkaya, pek tabi ki yalpalaya yalpalaya, yaptığının farkında olarak 3-5 adım attı! Sormaya gerek var mı? Tabi ki bana doğru! Çok mesudum çok!

Güller arasındaki poz apartman görevlimizin özel tasarımıdır. Kendisine teşekkürü borç biliriz:)

Evet biz evde hep pijamayla gezen bir aileyiz:)

Bu hafta uzayan saçlarıyla tekli fıskıye, ikili fıskıye modelleriyle de Güney’in hayallerini gerçekleştirdi Defne neyseki de sayesinde karı-koca arasındaki öpücük krizi aşılmadıysa da ertelendi.

Defneee bir kere babanı da öp lütfen yaa, başta tek olmak hoşuma gidiyordu, ama daha fazla didiklenmeye dayanamayacağım. Lütfen.

Hamur yapmak mı? Benim işim!

Yeni bir yer açılmış, hadi orada yemek yiyelim. Aa bu yediğimizde ne var, hadi evde deneyelim. Döküm tavada yemek çok güzel oluyormuş, hadi alalım. Bilmem ne küçük ev aleti süper işler çıkarıyormuş, hemen bir tane kapalım. Ya mutfakta yer kalmadı, azıcık duralım.

Anladın, evet, bunlar biziz. Mutfakta zaman geçirmeyi seven, yeni şeyler deneyen bir aile. Doğum hediyesi olarak kocam bana pırlantalar, trialar almadı da Kitchen Aid aldı diyeyim sen durumumuzu anla. Pırlanta da sevmem zaten. Tabi bütün bunlar Defne’den önceydi. Mutfakta yine çok vakit geçiriyoruz. Ama içerik biraz değişti. Artık konsept Defne’ye yemek yedirmek ve o süreçten geriye kalan enkazı toparlamak üzerine kurulu:)

Geçen cumartesi eski günleri yadelim dedik, makarna ve pizza yapma kursuna gittik! Peperoncino diye güzel mi güzel bir İtalyan restoranında. Ve yetenekli, eğlenceli, çok konuşan şefimiz Daniel Evangelista eşliğinde!  İtalyan ruhunun üzerine 10 senelik Türkiye baharatı ekle, işte o bizim şef!

Kursun konusu dolgu makarna ve pizza yapımıydı. İlk olarak pizza hamuruyla başladık. Malzemelerimizin hazır olduğu masalara geçtik, şefin söylediği oranlarla bir pizzalık bir hamur yapmaya başladık. Alt tarafı su, maya, un, tuz!

Ben yemek yapmayı severim. Elim de fena değildir. Yaptığım yenilebilir. Tamam çok hamurla haşır neşir olmamış olabilirim ama atomu da parçalamıyoruz sonuçta. Hem yanımda neyseki Güney var, en azından ondan iyi yapacağım kesin. Geri kalan 15 kişiden kötü bile olsam, durumu oradan kurtarırım. Diye düşündüm. Başladım hamuru yapmaya. Su çok oldu, un koy, un çok oldu, az daha su, aman şimdi de tuz az mı kaldı, diye hevesle yoğurup, ve hatta gaza gelip iyi olsun diye sevgimi bile katmaya başlamıştım (o da ne demekse!). Mutluydum, eğleniyordum, iyi iş çıkarıyordum. Ta ki şefin gelip Güney’in kulak memesi kıvamlı, tostoparlak, pürüzsüz hamurunu havaya kaldırıp, işte hepinizden bunu istiyorum dediği ana kadar! Benimki mi? Tamam, azıcık pütürlü olabilir, malzeme eklemekten biraz büyük olabilir. Şekli mi, aman ne farkeder canım, sonunda açıcaz zaten öyle kalmayacak ki? Yok yok Güney’inki acemi şansı. Dedim, kendimi rahatlattım, bedenen ve ruhen ravyoliye hazırlandım!

Bu defa biri ıspanaklı, biri sade iki hamur peşindeydik! Sonuç ne mi oldu? Hadi şimdi üstteki paragrafı bir daha oku. Tamam, belki hamur yoğurmada bir numara değildim, ne de olsa Kitchen Aid’im var, o benim için yapar ama hamuru açma işinde kesin bir numaraydım! Yanılmışım! Her aşamada şef geldi, Güney’in hamurlarını örnek gösterdi, yufka inceliğinde açtığı hamura övgüler yağdırdı, bizim karı-koca olduğumuzu öğrenince “kocan bu kadar iyi hamur yapıyorsa, sen ne demeye kursa geldin” diye gururumu kırdı. Olsun yılmadım, “ıspanak-lor dolgulu iki renkli ravyoli” adı altında 3 adet hilkat garibesi yaptım. Olsun ama sevgimi kattım! Güney mi? Bir tencere dolusu ravyoli yaptı.

Bir de ilk yaptığımız pizza hamurlarını, pizzacılar gibi açma seremonisi vardı ki ondan hiç bahsetmeyeceğim! Güney’in hamurunu havada dönerken gördüğüm anda ellerimi yıkamaya çoktan gitmiştim bile!

Kayserili olduğumu söylemiş miydim? Ve annemin muhteşem hamur işleri yaptığını? Peki ya muhteşem mantılarından bahsetmiş miydim? Genetik mi? Yalanmış.

Kursun sonunda neyseki kendi yaptıklarımızı yeme cezasına çarptırılmadık, Peperoncino’nun muhteşem pizzaları ve şarap eşliğinde günü noktaladık.

Şu beceremediğin şey ne diye merak ettiysen, üstüne bir de denemek istersen, al sana tarif. Yaparsan sonucu bana da bildir olur mu? Çok iyi yaparsan bu bahsi daha fazla konuşmayalım ama.

Pizza hamuru: (3 porsiyon için)

150 gr un

12 gr tuz

1 gr yaş maya

15 gr zeytinyağı

65 gr su

Makarna hamuru yapmak için %6 ve daha az proteinli un yeterliymiş ama pizzada daha proteinli un daha iyi bir seçenekmiş. Proteinli un daha iyi su tutarmış ve hamur daha elastik olurmuş. Şef pizza için %12.5 proteinli Eminoğlu Superlux un kullanıyormuş. Ha bir de hamur yaparken eldiven kullanmak iyiymiş, hamur yaşayan birşey olduğu için eldeki bakteriler bile kıvamını değiştirebilirmiş. Öyle 1 -2 porsiyonluk hamurda anlaşılmaz ama büyük miktarlarda önemli dedi.

Ravyoli hamuru: (1 porsiyon için)

65 gr un

Göz kararı su

2 fıske tuz

Dolgu makarnada yumurta kullanmıyormuş, normal makarna hamurunda 1 kg una 8 yumurta koyuyormuş. Bu sade hamur malzemeleri. Yeşil hamur için ıspanakları bir kaba koyup kapağını kapatıp suyunu salıp tekrar çekene kadar pişmesini bekliyormuş. Bu malzemelerin içine ıspanakları ekleyip yoğurunca yeşil bir hamur oldu.

İçi için:

Ispanak

Muskat

Parmesan peyniri

Yumurta

Lor yada ricotta peyniri

Açtığımız ravyoli hamurlarını 2 parmak genişliğinde kesip renk renk biraz örtüştürerek yanyana dizdik, içlerine bu malzemeden koyup kapattık. Kare kare kestik.

Ravyoli pişirirken püf nokta bol su ve biraz fazlaca tuzmuş. ! porsiyonu pişirmek için ideal olan 5 lt suymuş. Kaynayan suya atıp 3 dakikada çıkartmak, ve hangi sosla servis edilecekse o sosu sıcak tutup, içine direk atıp 30 sn birlikte pişirmek makbulmüş.

Ha bir de dersen ki loru bile evde yapacağım, 1 lt süte yarım limonu sıkıp kaynatıp süzecekmişssin ki o kadarı beni aşar arkadaşım!

 

 

Benim kocaman bir göbeğim vardı!

Defne’nin hayatımıza geleceğini -tamam, evet, biraz da altüst edeceğini:)- nasıl haber verdiğini anlatmaya başlamıştım. Şurada…

O 2. çizgiyi gördük ya biz artık “hamile”ydik! Buradaki “biz”, “Ayy biz çok tatlı bir çiftiz, herşeyi beraber yaparız, beraber hamile de oluruz.” un biz’i değil. Yanlış anlama. Defne’yi çok isteyen –benden bile çok belki– , mümkün olsa Defne’yi karnında taşımayı kabul edecek –hayır, 9 ay 10 gün değil, tadımlık, kıskançlığı geçecek kadar– kocanın da en az benim kadar hamile sayılması gerektiğinin biz’i.

Doktoru aradım, daha çok erken bir aşama, 1 hafta sonra gel dedi, 3 gün sonra gittik kontrole dayanamadık. Evet, hamilesin ama çoook erken bir aşama, daha kimseye söylemeyin dedi. Bana! Benim gibi sabırsız, heyecanlı, çok konuşan bir insana. Söylemedik! Şimdi bile şaşırıyorum o sabrımıza. Bir hafta daha bekledik. Yine gittik kontrole. İşte bu kese, bu da bebek dedi.

Artık resmi olarak hamileydim! Ağlamaktan konuşamayanından tut –anneanne-, telefonun diğer ucunda sokakta çığlık çığlığa bağırana –babaanne-, banane ya ben çocuğunuzun olmasını istemiyorum, kıskanırım diye bıt bıt konuşurken, öyle söyleme Defne bozuluyor deyince şoka giren ve hatta bu yüzden kendini hala Defne’ye karşı suçlu hissedenine kadar –Başak, evet senden bahsediyorum, üzülme Defne seni çoktan affetti:)- çeşit çeşit haber verme eğlencesi yaşadık.

Sonrası? Uzun uzun anlatmayacağım. Hep hatırlayıp üzülmeye değmez. Çünkü bitti. Defne geldi. Silip unutmamak da lazım. Yaşandı çünkü.

Düşük tehlikesi. 10 gün yat. Ben mi? Hep mi? İşe gitmedin mi? Yemek yapmadan mı? Evet, yat.

Üçlü test sonucu kötü. Nasıl kötü? Bence hiçbirşey yok, ama tedbir alalım. Başka uzmanlara da soralım. Gözyaşı, karmaşa, acı, silik silik günler… Amniyosentez olalım mı? Gerek var. Gerek yok. İçimiz rahat etsin. Olduk. Bekledik. Uzun uzun. Yine gözyaşı. Mutluluktan.

Belimde bir ağrı var. Tamam, gel bir NST’ye bağlayalım. NST ne ki? Sancı ve kalp atışı gösteriyor, gelince görürsün.

Sancın var, hissetmiyor musun? Yoo. Hastaneye yatırıyorum şimdi seni. E bari bir eve gideyim, pijama falan alayım. Deli misin ne evi, ara çabuk Güney getirsin.

İğneler, serumlar… Tehlike geçti. Şimdilik…

Zaten korkma 31. hafta ama bebek iyi, yeterince büyük.

Haftaya yine NST. Yine sancı. Artık 3 günde bir NST, yine sancı.

Bundan sonrasını uzun uzun anlatabilirim. Üzüldüğümüz kadar da çok güldük çünkü. Hepimiz. Ben. Güney. Doktorumuz. Hastane personeli.. Benim haftalar boyu hep sancım çıktı. 80 ler 90 lar. Yani neredeyse doğuracak kadar çok. Benim hissetmediğim. Başta korktuk. Yattım, dinlendim, sıkıldım, bayıldım. Bin kere NST’ye bağlandım. Artık doğurmayacağıma inandım. Başta NST’ye gidiyorum diye olay olurken, hep yanımda birileri varken, tek başıma gitmeye başladım. Gezmeye gider gibi.. Ya da Başak’la gittik, sonrasında tatlı yemeye kaçmak için. Alışverişe gitmeye bahane yaratmak için..

Doktorum komik bir adamdı. E yine sancın var. Hadi ya. 90 ama, hissetmiyor musun? Hayır. Bir serum bağlayalım, düşürelim. Peki. Bitti serum, şimdi gezmeye mi? Evet. Yarın yine gel o zaman, özletme kendini. Olur.

Ben hamileliği çok özel bir durum gibi görmeyenlerdendim. Doğumu da. Cahil cesareti denebilir. Ya da herkes yapıyor, benim onlardan neyim eksik gazı da denebilir. Yürüyüş de yaptım. Spora da gittim. Gezdim. Yedim içtim. İşe gittim. Çok kilo almadım. Hareketlerim çok kısıtlanmadı. Hamile kıyafetleri giymedim, tarzımdan ödün vermedim! 🙂 Çok zor zamanlar da yaşadım. Ve galiba hepsinin “herkes”in başına “her zaman” gelebilecek şeyler olduğu, benim durumumun “özel” olmadığı fikriyle atlattım.

Hamile olduğumu öğrenince ağlamadım. Ultrasonda gördüğümde de. Doğurunca da. Bazen rahat bir insan olmama verdiler, bazen de ruhsuzluğuma:) Gurur duymuyorum. Evet, bunlara ağlamadım ama çok saçma şeylere ağladım! Defne’ye almamızın mantıklı olduğu ama tipini beğenmediğim beşik için “benim kızım bu çirkin şeyde mi yatacak” diye ağladım! Zara’da beğendiğim bluzu deneyip kabinden çıkınca Güney’e oldu mu diye sordum, “Güzel ama bence hamileyken giyme, sonra giyersin” dedi diye ağladım! Wall E’yi bilmem kaçıncı kez seyrederken Wall E’nin hafızasını kaybedip Eve’i tanımamasına hüngür hüngür ağladım. Ruhsuz değildim.

Ama evet biraz akılsızdım. Hamileyken bebek annenin zekasını alır, annenin kafası az çalışır lafının şehir efsanesi değil gerçek olduğunu kanıtladım! Bizzat ben! Sıklıkla. Demliğe çay koymadan çay demleyip sonra bardağa sırf su boşaltıp aa rengi çıkmamış dediğim, sabahtan beri iş için cep telefonundan aradığım adam beni tekrar arayıp beni aramışsınız dediğinde, ben sizi aramadım, ama mesaj geldi, aa sapık mıyım ben mesaj atayım diye kavga ettiğim (sonrasında arayıp adamı özür diledim, evet bunu yaptım), ofiste odadaki iki dahili hattan biriyle yanlışlıkla diğerini arayıp, sonra da açıp cevap vermeye çalıştığım doğrudur. Neyseki doğurunca geçti. Bence.

Sonuçta çok şükür erken doğurmadım. 9 ay 10 günlük hamileyken araba kullanıp sosyete pazarına bile gittim. 9 ay 11. gün de de Defne geldi:)

Doğum mu? O da ayrı bir olaydı! Sonra anlatacağım…

 

 

 

Rakamla 1, yazıyla bir oldu!

Sonunda oldu! Defne “bir” oldu! Defne 19 Mayıs’ta doğdu ama o kadar koşturmaca, tantana, cangamanın sonunda yazı da taa bugüne kadar kaldı tabi..

Evet, Defne “bir” oldu ve biz bunu kocaman bir kalabalıkla, bol şamatalı bir partiyle kutladık:)

İşte o gün…

Masalar, yemekler hazırlandı… (Evet, yine yemekleri ben yapmadım. Defne’nin dedesinin Bolu’da bir restoranı var, Biber Restoran. Bahanem yeterli mi? Masaları ben hazırladım ama lütfen.)

Süslemeler tamamlandı… (Süslemeleri ben yaptım, evet peçetelere tek tek kurdela bile taktım.)

Kapı süsümüz, Defne’nin 1 yıllık hayatının film şeridi, misafirlerimize vereceğimiz fotoğraflarımız, herşey hazırdı!

Misafirler tamam. Masa hazır. Defne giyinik. İki çorabı ve iki ayakkabısı ayağında. Tokası saçında. O zaman pasta zamanı!

İşte böyle de bir pastası vardı Defne’nin. Parti süslemelerindeki ve pastadaki baykuş nereden çıktı? Hiç, ben baykuş severim. Koca gözlü ve geceleri pek uyumayan birini mi hatırlattı? Biraz tontik. Tamamen tesadüf:)

Ailecek çoşkuyla mumu söndürdük ya da Güney ve ben çoşkuyla söndürdük, Defne gayet “cool” du.

Basın mensuplarına uzunca bir süre poz verdik. Defne’nin doğumgününde biraz rol çalmışız gibi mi göründü sana? Yok canım. İlk doğumgünü diye biraz fazla heyecanlanmış olabiliriz!

Mumu üflememiş olabilir ama kesme konusunda çok hevesliydi. Ve de becerikli.

Bunlar da doğumgünü giysilerimiz! Evet benimki de var. Ne giyeceğim diye o kadar düşündüm. Lütfen.

Kucaktan kucağa dolaştı, koştu, çığlık attı, gülücük attı, kutlandı, hediyelendi, kahkaha attı, emekledi, oynadı… Sonunda bana kaldı! Yedim, öptüm, yumuldum! Haketmişti.

Sonunda kalabalıktan sıkılıp kendini balkona attı, “Saksıdan toprak avuçlayıp yere atmaca” oyunuyla biraz sakinlik peşindeydi galiba:) 56 kişi düşün. Bir evin içinde. Bir kısmı çocuk. Hepsinin Türk olduğunu düşün. Bunların aynı anda yemek yediğini, sohbet ettiğini düşün. İtalyan aileleri olur ya filmlerde. Onun gibi. Bir de Defne’nin doğumgünü diye herkesin heyecanlı olduğunu düşün. Düşündün mü? Defne sakinlik ararken azıcık haklıydı galiba:)

Defne pijamalarını giyip balkabağına dönüşmeden az önce…Önlüğünü takmıştı bile. Uykudan önce azıcık oyuncak, misafir bebeklerle yatıp yuvarlanmaca…

İlk doğumgünüydü…Bizim için çok özeldi. Biz mutluyduk, umarım o da olmuştur.

Evimize gelen, telefonla, mesajla, blogdan, İG’den kutlayan herkese çok teşekkürler! Çok mutlu olduk, Defne’nin ne çok seveni varmış, biz bile şaşırdık:)

Ve bunlar da canım Bahar’ın Defne’ye ama daha çok da bize muhteşem doğumgünü hediyeleriydi!

Ha bir de unutmadan doğumgününde 3. dişi de çıktı!

İyi ki doğdun Defnem…

Bundan büyük mutluluk yokmuş ki…

Hadi bir maşallah deviyerin bakalım:)

 

İyi ki doğdun bebeğim…

Bir yıl oldu. Sen doğdun. Ben “anne” oldum. Eksik bir yanım varmış. Bilmediğim. Tam oldum. Bütün oldum.

Sevindim, korktum, heyecanlandım, telaşlandım, coştum, duruldum ama hep mutlu oldum. Varlığınla…

Sana bir mektup yazdım. Bugün için. Bu yıl için.

Ve Allah’a şükrettim.

İyi ki doğdun Defne’m…

Seni çok seviyorum…