Ne yesek, nerede yesek?

Gönül ister ki ben de size füzyon mutfağın en iyi örnekleri Ankara’da şurada yenir diyeyim, eklektik mutfak dedin mi akla bilmem neresi gelir diye hava basayım, her hafta sonu “pek ünlü yemek blogger”ları gibi başka bir davette arz-ı endam edeyim, sizlere, kokusu  üstünde Böf Stragonof fotoğrafları, havası kendinden önde Trança Carpaccio dilimleri, Brugge’den gelmiş çikolata şelaleleri sunayım ama, “pek ünlü yemek blogger”ı yerine “çok ünsüz çocuk blogcusu” olduğumdan kelli, çok daha “yaşamsal” bir konuya odaklanacağım.

İyi yemek yemek değil, insan gibi yemek yiyebilmek!

Hayır biz de yedik zamanında ekose etekli levrekleri, somona sarılı kuşkonmaz bilmemnelerini.

De şimdi sor bakalım, dışarıda yemek yerken kriterin ne diye?

Bir bölü dördünü Doğa’yla paylaşacağımdan yumuşak ve kolay yenir olması.

Bir bölü dördünü Defne’yle paylaşacağımdan acısız ve az baharatlı olması.

Bir bölü ikisini soğuk yiyeceğimden, soğukken de gideri olması.

Hah ya lahmacundan bahsediyorum. Bildin oolum!

Yemekte çıtam bu kadar düştü işte. Nereye gitsem, bu kriterlerle lahmacun yiyorum lan!

Yiyorum dediysem o da temenni. Yiyorum kısmına geçebilmek için o “bir bölü dört” görevini tamamlayan çocukları salabileceğin, canın isteyince gözünle takip edebileceğin ama mümkünse gözgöze gelmeyeceğin bir alan lazım.

Yazın, kıyısında köşesinde park, bayır, çayır olan her yer mübah.

Da kışın büyük sıkıntı. Ama neyseki ben varım.

İşte sana Ankara Çayyolu bölgesi, kış dönemi için mutluluğun sırrını açıklıyorum!

İçinde iyi-kötü bir oyun alanı olan “füzyon”(!)  mutfak mekanları!

 

1. Cambo Köfte Çayyolu

Üst katında bayağı kapsamlı, top havuzlu, mini atlı karıncalı bir oyun alanı var. İçeride de bir teyze var, çocuklardan “sözde” sorumlu. Sen ona pek prim verme, çocuğunun kulağını girişte bük, ben gelmeden çıkma, çıkacaksan kapıda “anneeeğğğğ” diye böğür diye. Aşağıda TV’den izleyebilirsin çocuğunu ama o merdivenleri yüz kere indirir çıkarır bana diyorsan, rezervasyonda üst katta yer istiyorum diye belirt, çocuğuna en yumuşundan kasap köfte, kendine de en acılısından Cambo köfte. Hadi çaylar da benden.

2. Güllüoğlu Çayyolu

Orta yerinde bir oyun alanı, başında da çocuk gelişimi bölümünde okuyan bir abla var. Ona gönül rahatlığıyla at kaç çocuğu. Boyama, Xbox, basketbol, oyuncaklar… Nereden baksan  özgür bir yarım saatin var. “İlgili abla” arada bir mesleki deformasyonuna engel olamayıp “hadi bakalım Defne, şimdi bu yapbozun bitmiş haline 60 sn bak (Defne: 60 sn ne demek?), hah iyice bak ama gözünü ayırma (Defne: 60 sn ne demek?), şimdi bozuyorum (Defne: 60 sn ne demek?), al bakalım başla yapmaya, dakika tutuyorum (Defne: Dakika tutmak ne demek?), afferin 1.5 dakikada bitirdin (Defne: Dakika ne demek?), annesiiii, Defne çok akıllı maşallah ama dikkatini daha çok toplaması lazım, bir dakikanın altına iner bence (Defne: Kim akıllı, 1 dakikanın altı ne demek?) gibi konuşmalar yaşansa da feda olsun Ayşegül ablama mesleki deformasyon! O yarım saati bana hediye etti ya! Yemek? Hah işte lahmacunun dibi burada. Böl dörde yuvarla. Yok daha nezih bir kişiliğim (evin erkeğiyim), vaktim çok (evin erkeğiyim), lahmacuna şiş sarıp yiyecek kapasitem var (evin erkeğiyim) diyorsan küşleme, pirzola, oradan yürü bebeğim!

3. Big Baker Çayyolu

Hep mi köfteci, hep mi lahmacuncu bildin beni? Al sana “en trendy” çocuklu “burger” ortamı. Burgerden burgeri beğen, köz patlıcan, çedar peynir, karamalize soğan ver coşkuyu. Oyun alanına da saldın mı bebeleri, sana hamburgerin altından yağını dirseğine kadar akıtarak yemek bile serbest!

4. Mangal Sefası Çayyolu

Big Baker kesmedi, biz Türküz ille de mangal istiyoruz diyorsan hemen yan mekana buyur. Sucuk, köfte, kanat… Artık ne arzu edersen. Bu mekanın büyüsü, içinde hiç bir şey olmayan çocuk oyun alanı. Gülme, vallahi büyülü. Bir çocuk masası ile 3-4 çocuk sandalyesinden başka hiç bir şey yok ama bizim çocuklar oraya bayılıyor! Defne, bize özel çocuk masası hazırlamışlar diye şişini dürüm yapıp gidip orada yiyor, onu gören Doğa da gidip karşısına kırıtıp oturuyor. Yarım saat oyalandıkları oldu yeminle.

5. Luppa

İşte giderek elitleşiyoruz bebeğim. Lahmacuncuya çıktı adımız, biz de nezihiz, biz de güzeliz, bir şişe suya 7 TL veririz, ama öyle öyle güzel bir oyun alanı var ki hiç koymaz, bebeni bırakırsın da 15 dakika sonra Iphone 6S’im çalar, Tuba Hanımcığıııım, kızınız susamış, içeriye bir şişe su gönderir misiniz diye çalar, ben de 7 liraları havalara atarak suyu götürürüm, dönünce de Fettucine Alfredomu hüpletirim diyorsan işte senin mekanın dostum!

6. Bakers Mill Yaşamkent

Hiç oyun alanı olmayan ama her türlü oyuna hazır ve nasır personeliyle göz dolduran mahallemizin pub’ı, bar’ı. Ye en tombikinden hamburgerini, arada koşup sandalyeleri yuvarlayan, şarap dolabını saklambaç mekanına çeviren çocuklarına “Evladım ayıp ama bu kadar da olmaz, ananız babanız yok mu sizin? Gidin onların yanında oynayın!” diye bağır, “Annemiz yine kafayı yedi Dova, gel biz gidip bir milyonuncu kağıt Amerikan servisimizi Özlem abladan isteyip, kağıt uçak yapalım.” diyen Defne alıp kardeşini sizden hızla uzaklaşsın. İşte tam şu an bir fincan kahveyi hakettin.

7. Arcadium’un yemek katı

Çocuğumun yerlerde yuvarlanmasına hiç ses etmem, koşup atlayıp düşmesine hiç kızıp üzülmem diyorsan, bingo! Kot farkı yüzünden uzunca bir rampası var ki, değme keyfime! Artık oradan sıradan top yuvarlamaca, araba yuvarlamaca, en sonunda kendini yuvarlamaca mı istersin, yukarıdan yuvarlanan çocukları aşağıda yakalamaca mı istersin… Oyun bol. Haftasonu bile kalabalık olmamasıyla yemek katının sevilebilir olduğu tek AVM. Bütün bunlar olurken ister en tikky halinle Peperoncino Expressten pizzanı söyle, ister girişteki dönerci abiden bir servis döner, 4 plastik çatal iste, ister Burger Break’ten yürü, ister ayyy guzum çocuğa bir çorba verelim diyen ev yemekçi teyzeyle coş!

8. İsli Fırın Beysukent

Ne aydınlık ve ferah mekanları, ne yüksek tavanları. Beni kendine bağladı, köşedeki kıçı kırık oyun mekanı ve ahşap zeminleri! Ser kilimi sök önüne legoyu. Öyle mekan.

New Castle’ları, Timboo’ları, Quick China’ları da biliriz de ben General Tso Tavuk’a Genaral Tso Tavuk demem, sıcağı sıcağına ağzımı yakarak yemedikçe!

Diyorsan ki benim çocuğum pek akıllı, çok uslu, edebiyle oturur masada yemeğini yer, sonra da alır eline Ipad’ini, sosyalleştikçe sosyalleşir, sana her yer Trabzon.

Yok benimkiler gibi 3. dakikada cayırdamaya başlıyorlarsa koşup kuduramazlarsa, haftasonları bu mekanlarda buluşalım bebeğim.

Görünce yanıma gelip “Ayyy ben sizi Cangama’dan tanıyorum, harika bir insansınız!” dersin, yanağıma bir öpücük kondurup, cebime de gizliden bir ellilik sıkıştırırsın.

Kamu spotu mu yapıyoruz canım?!

 

 

 

 

 

 

En güzel benim, var mı artıran?

 

Ben yine fotoğrafımı şuraya koyayım da şaibe, dedikodu olmasın!

Ben yine fotoğrafımı şuraya koyayım da şaibe, dedikodu olmasın!

 

 

Ortalama bir boya sahibim. (Annem hariç herkesin gözünde. Ahhh benim güzel kızım uzunların da ayakları büyük olur boşver.)

Ortalamanın altında bir kiloya sahibim. (Annem hariç herkesin gözünde. Ahhh benim çok zayıf kızım, kemiklerin sayılıyor, üzülüyorum.)

Ortalama bir güzelliğe sahibim. (Annem hariç herkesin gözünde. Ayyy Tuba Büyüküstün de kimmiş, halt etmiş, en güzel Tuba, benim Tubam.)

Çok şükür eli ayağı düzgün, sağlıklı, sıradan bir insanım işte.

Amaaa, bu sıradan insan hep böyle mi sandın? Yanıldın!

Doğduğumda bir dünya güzeliydim! Bir kere bildiğin sarışındım! En doğalından. Tontiş tontiş birşeydim. Bir bakan döner bir daha bakardı.

Biraz büyüyünce az sıskalaştım ve sıskalık o dönem pek matah bir şey değildi ama 5 yaşına göre olurum vardı yani.

Sonra okul yılları…

5. sınıftan sonra bir hazırlık sınıfı okurduk ya, (Hah işte, güzel olduğum kadar akıllıydım da, iyi bildin! Anadolu Lisesi’ne giden pek üstün(!) çocuklardık.) o sene hayat bayağı güzeldi be. Artık sarışın olmasam da açık kumralla idare ediyor, sıskalık artık bir miktar prim yapıyordu. E akıllıydım da. Üstüne bir de uzundum, sorma! Beden dersinde hoca bir sıraya dizerdi de vallahi hep 3. olurdum. Zaten 1. ve 2. olmak da iyi bir şey değildi. O kadarı da kazuletlikti! Hıh.

Sonra hazırlık bitti. Yaz tatili oldu. 3 ay görmedik birbirimizi. Okul açıldı, beden öğretmeni sıraya girin dedi. Sıranın ennn güzide yerine, 3.lüğe gittim gururla. O da ne? Üçüncülük değil otuzüçüncülük olmuş benim yerim!

O gün benim için dönüm noktası oldu.

Aynaya baktım. Açık kumral zannettiğim ben, bildiğin karaymışım lan! Sonra kaşlarıma takıldı gözüm. Başparmağımla işaret parmağım arası bir kalınlığa ulaşmıştı! Ve sıskalıktan dizkapaklarım pörtlüyordu!

Vay lan dedim, yıllar bana oyun oynamış. Ailem bana oyun oynamış. Tüm sevdiklerim böhüüüü. Devam edemeyeceğim…

Neyse efenim, o “kara gün”ü yolladım bilinçaltına, her çirkin insan gibi, akıllı olmaya oynayayım bari dedim, o yola verdim kendimi.

Ta ki üniversiteye kadar. Yıllarca okulun ” akıllı” kızı olarak rol kesmeye alışmışken, geldim ODTÜ’ye. Sağıma soluma bir baktım, lan ortamdaki en salak benim neredeyse. Millet çift ana dallar, yan dallar, bilmem ne bursları, yurtdışı projeler vs vs, herkes mühendis, herkes mühendis.

Benim gibi mimarlıkta okuyanlar da ya “alternatif tip” olmaya vermişler kendilerini, altta şalvar, üstte örgü yelek, saçlar mor falan.

Ya da “mimarlığın ünlü kızları”nın ününe ün katmaya adamışlar kendilerini. Saçlar sarı, fönlü. Altta Harley Davidson çizme. İçinde boru paça kot. Skinny jeans henüz keşfedilmemiş.

Baktım şalvar, örgü yelek bize ters, dedim lan gideyim de bari saçımı sarıya boyatayım.

Kuaför dedi ki sarı zor renk. Alışmak lazım. Biz sana önce röfle yapalım. Daha ombresi, araya ışıltı katması falan yok piyasada. Meç’ten yeni kurtulmuşuz, öyle diyeyim ben sana.

Ver dedim röfleyi ya, ver! Madem o moda.

Yaptı adamcağız kendince birşeyler. Saçlarım sarımsı kahverengimsi çizgili bir şey oldu.

Gittim okula. Herkesten bir övgüler, bir övgüler. Vay lan dedim, özümde güzelim de biraz bakım gerekli demek ki. Röfleyi geçip bir de komple sarıya boyasam, bak coşkuya!

Bir arkadaşım vardı. 30 küsür yaşında. Manik depresif. Lafın gelişi değil. Klinik olarak tescilli. Arada bir sene hastanede yatıyor, geri gelip bir dönem okuyor falan. O gördü beni. Nasıl dedim, saçıma sen de hasta oldun dimi? Kafayı değiştirmişsin de kaşın ne mal olduğun gerçeğini saklayamamış dedi. Sonra beni soya etli kuru fasulye yemeye davet etti.

Hiç mi oluru yok dedim.

İçine sindiyse dedi.

Sinmedi.

Hayatımın ilk beş yılında yaşadığım sarışın günlerim, tam orada sonsuza kadar son buldu.

Defter orada kapanmıştı.

Ta ki Defne’yi doğurana kadar…

Herkes “Aa anne esmer, baba esmer bu çocuk nasıl böyle oldu?” dedikçe başlıyordum anlatmaya. Ben aslında doğduğumda sarıydım. Yani mışım. Bak valla. Aha da fotoğrafım diye.

Sonra Doğa doğdu.

Aaa, anne esmer, baba esmer, bu çocuklar nasıl sarı böyle? Hem de maşallah pek boylu olacak bu çocuk. Kime benziyor bunlar?

Ay kime benzeyecek, Victoria’yla David’e benzeyecek değiller ya, ayyynı ben işte! Ben doğduğumda sarı, orta bire kadar da uzundum. Bak valla.

Cep telefonumda 3 yaş fotoğrafımı taşıyorum la, her burun kıvırarak sorana şşşrraaaak diye göstermek için!

Ay bunca şeyi niye anlattım?

Biri daha gelip de “Ay bu çocuklar ayynı sana benziyor ama bunlar çok güzel!” derse şşşraaak diye fotoğrafı göstermeyeceğim, iki parmağım arasında başparmağımı göstereceğim!

Onlar güzelse, ben de güzelim. Değillerse de değiller. Kime ne!

Defne ve Doğa siz de havaya girmeyin lan boşuna, şurada olayınız 5 yaşına kadar.

Ondan sonra Defne kuaföre, Doğa İbrahim Tatlıses’in oğlu İdo’yla arkadaş olmaya.

O da kaşlarını yeni şeetmiş de. O bakımdan.

Hadi dağılın.