Kız çocuk balmış, kaymakmış!

defdef

Daha değil çocuk sahibi olmak, Güney bile ortada yokken ve hatta ben ortalarda “Ne evlencem yeaaa, ben üniversiteyi bitirip dünyayı gezcem, her sabah başka şehirde uyancam!” romantikliğinde -tamam ya aymazlığında- ergen ergen gezerken bile “Eğer bir gün çocuğum olursa” durumu için arkadan gelen cümlem “bari erkek olsun”du. Kızlar evcilik, bebekçilik oynar, saçlarını parmağına dolaya dolaya bebek bebek konuşurdu, erkekler öyle miydi, koltukların tepesinden beraber zıplayıp, halıda takla atabilirdik, evde ilk top oynama denemesinde şanslıysak lambayı, şanssızsak TV’yi kırıp, sonrasında çoraplardan top yapmaya başlardık. Tabi bir de o dönemde TV’de yayınlanan Beko elektrik süpürgesi reklamının da katkısı büyüktü. Tulumla yerde emekleyen bir oğlan çocuğunu, annesi oturduğu yerden süpürgeyle çekiyordu ve süpürge o kadar kuvvetliydi ki o çocuk sonunda değil yaramazlık peşinde koşmak, dünyaya totosunu dönüp oturmak zorunda kalıyordu. İşte hayalimdeki annelik buydu! Tamam akrep burcu, herkesi herkesten kıskanan bir kadın olmamın da azıcık payı olabilir. Ama azıcık. Daha kim olacağı belli olmamış, müstakbel bile olmamış kocamı -hayır zaten evlenmeyeceğim de!-, daha doğmamış, sarışın, şapşal, bebek bebek konuşan kızımdan kıskanacak halim yoktu heralde!

Güney’in hayali ise hep bir kızı olmasıydı. Önce Güney onun saçlarını tarasın, sonra o, babasını kucağına yatırıp saçlarıyla oynasın. Kucak kucağa sarılıp uyusunlar… Evlenip, üzerinden çoook uzun yıllar geçip, çocuğumuz olursa kız mı olsa, erkek mi olsa geyiğini yapacak bol bol vakit bulunca, Güney, kadınlarda xx kromozomu var, erkeklerde xy, sendekiler bölününce x ve x olacak, artık benden x gelirse kız, y gelirse oğlan olur, yani sen boşa konuşup durma, benim paşa gönlüm bilir diye, her anlamsız gerçeği bile bilimsel olarak açıklama huyuyla beni ambole etmiş, tamam ya yapacak birşey yok o zaman diye başıma gelecekleri kabullenmiştim. Sonrasında o saç tarama ve kucak kucağa uyuma sahneleri beni de büyülemiş olacak ki, bir baktım evlendiğim yetmiyormuş gibi bir de üstüne soranlara “Ay inşallah bir gün çocuğumuz olursa kız olsun.” demeye başlamışım. Geceleri bilinçaltıma işlesin diye, Güney’in saatlerce kulağıma fısıldadığına inanıyorum. Güney’i tanıyanlar bilir, yapmayacak bir insan değildir!

Hamileyken bir kızımız olduğunu öğrenince havalara uçtuk. Allah’a binlerce kez şükür ettik. Gönlümüze göre vermişti. Bir de sağlıkla gelsin daha ne isterdik ki. Çok şükür sağlıkla da geldi. Tabi kafamdaki “kız çocuk” profili gün be gün kendini göstermeye başladı. Evet kızlar evcilik, bebekçilik oynuyordu, ama yanında koltukların üstünde zıplayıp, anniii bak ben ne bapabiliyom diye halının üstünde takla atıp, anniiee hadi delirelim diye, kafasını deli gibi sallayıp, çılgınca koşuyordu.  Evet saçlarını parmağına dolayıp bebek bebek konuşuyordu. Çünkü o zaten bebekti. Ben o noktayı kaçırmıştım! Tam eee terliğimizi ne zaman getirecek, bir az şekerli Türk kahvesi söyleme kıvamına ne zaman gelecek derken, hastalandım. Ciddi birşey değil, grip-nezle. Yatırtmadı beni sıpa. Anni, gak parka gidek, anni oyuncak oynaylım, iyi gelir, anni uçak bapalım iyi gelir. Eşek sıpası, çorba yapıp getirmediği gibi bir de kafamın yastık görmesine izin vermiyordu! Hani nerdeydi kız evlat? Aylar önceydi.

Cumadan beri yine fena nezleyim. Ama bu defa evde bir ihtimam, bir ilgi sorma gitsin.

Anni, ateşini ülçelim. İyi gelir. Hımmm, 89 çıktı (fahrenheit değil, kendisinin boyu, ve bildiği en büyük sayı zannımca). Öbür gulak. Hımmm. 89. Anni bi daha ülçelim. İki kere ülçünce iyi gelir. (Bu esnada kulağımdan değil beynimden ölçüyor ateşi, o derece gayretle sokuyor kulağıma, 89 normal bence.) Anni kipat okuyalım. İyi gelir. Du, ben sana okucam. (Yatakta üstümden eze eze tırmanıp, oturuyor tepeme.) Anni, sprey gıkalım burnuna. İyi gelir. (Spreyi öyle bir sıkıyor ki, az önce 89 derece olan beynime bir ferahlık geliyor, 36 ya düşüyor ateşim.) Anni, bunu başına goy. İyi gelir. (Kendisinin baykuşlu, buz torbası gibi şeyini koyuyor başıma.) Anni, saçını tarayalım. İyi gelir. Anni, balon uynayalım. İyi gelir. Anni, kollarına gavaş gavaş majaj bapalım. İy gelir. Anni, sen şimdi uyu. İyi gelir. Geliyor valla. Hem de çok iyi geliyor.

En sonunda bakıyor ki hasta olana ilgi büyük, ben de hastayım diyor. Yatıyor yanıma. Veriyor kitabı elime.

Anni çot hasta oodum, bana kipat okuuuu musun?

Boğazın ağrıyormuş, sesin çıkmıyormuş ne farkeder. Okurum tabi. İçim sıcacık okurum.

Anneeeaaa, gak da parka gidek, oyun oynayak, bi de gek yap, yiyek dönemi geçti galiba. Ya da hafifledi.

Şimdi herşeyi -genellikle herşeyi- okuuu musun, bapaaaa mısın, geliiiii misin diye uzata uzata söylüyor ya.

Tamam ya, kabul ediyorum kız çocuk balmış, kaymakmış.

Dilimde hep şükür, Allah’ım bize nasip ettin ya bu kızı diye. İsteyen herkese de nasip etsin diye.

Bir sonraki cinnet anıma kadar, hasta ama mutluyum. Azıcık huysuz ama çokca pamucuğum.

 

 

Defne 26 aylık!

fotoğraf1

Her ay dönümünde, o bir ay daha büyüdüğünde, elinde değil sorguluyorsun kendini. Ve hatırlıyorsun. Doğduğunda, deliler gibi mutlu olup, filmlerdeki gibi emzirip, kucağında mırıl mırıl uyuyacağını, o esnada Güney’in kapının arasından gülümseyerek sizi izleyeceğini, gelip birer öpücük konduracağını hayal ettiğini, ama ilk zamanların hiç de öyle olmadığını. Defne ağladıkça, uyumadıkça, senin de ağladığını. Kafanın içinde, doğru zaman değil miydi, doğru insan değil miydim diye kırk tilkinin durmadan dolandığını. Ve bu günler geçecek mi, Defne büyüyecek mi, ben “normal” bir insan, “normal” bir anne olacak mıyım, olabilecek miyim diye kıvranıp durduğun anları. Günler geçsin diye, o büyüsün diye gözünün içine baktığını. Zaman, bekledikçe geçmesini, ne de zor geçer…

Ve her ay dönümünde elinde değil, telaşa kapılıyorsun. Zaman bu kadar hızlı geçmesin diye. Defne bıdık bıdık konuşurken, bir anda ilkokul çocuğu oluvermesin diye. Kavunun adı daha bir süre kayuuun, havuçun adı, gayuç olmaya devam etsin diye. “Töpekler” gece çok havladığında, önce korkup, boynuna sokulup, sonra da benimle arkadaş olmak istiyorlar desin diye. Her yola ayağını bastığında “Anneee, araba gelir, kaldırıma çık.” diye seni uyarsın diye. Bir yere koşarak giderken, sanki kendi hep yürürmüş gibi, “Gavaş gavaş git, dütersin, dizin acır.” desin diye. Her gece yatmadan seni delirtip delirtip, sonra da “ben seni çot üzledim” le sarılsın diye. Defne biz ağustosta tatile gideceğiz dediğinde, hadi hadi hadi hadi hadi hadi diye kudursun, zaman kavramı hep şimdi ya da şimdi olsun diye. Yere düşüp, ağzı kanarken, başı morarmışken, kucağında ağlayıp ağlayıp, geçecek anne geçecek diye iç geçirsin diye.

Çok seviyorsun. Bu hiç değişmeyecek. Hiç geçmeyecek. Ama çok sevdiğini bu kadar çok söylebildiğin, onun bu kadar hevesle dinleyeceği günler geçecek biliyorsun.

Şükür. Bu günlere geldik diye.

Dua. Hep güzel günler olsun diye.

Zaman sen de sinsi olma.

Delilik sınırına gittim, gelcem!

IMG_2016

Burayı okuyanlar bilir, benim bebekler ve çocuklar için şöyle bir teorim var. Onlar herşeyi anlıyor, biliyor, bazı şeyleri bizi delirtmek için bile bile yapıyor, tam kafayı sıyırma sınırına gelince de “La oolum, kadın kafayı yerse, işime yaramaz, azıcık şirinlik yapayım, komik birşey söyleyeyim de kafa yerine gelsin.”  diye mutlaka “bebekçe” birşeyler yapıyor. İşte bu aralar ben delilik sınırına giderken, gitme diye bacağımdan çekenler!

Akşam Güney Beşiktaş ve bilmemne takımının hazırlık maçını seyretmekte. Sene içinde lig maçını bile artık pek seyretmeyen -hep yeniliyor bunlar yaa- babaya, daha lig başlamadan bilmemne takımı ile hazırlık maçını, önünde durmadan zıplayan, kuduran Defne’ye rağmen ve hazırlık maçında bile yeniliyor olmalarına rağmen, sırf Çarşı’ya olan saygımızdan laf etmiyorum. Hatta dırdır hiç etmeyip, üstüne kendisine dondurma, tatlı falan getirerek, “Nasıl İyi Eş Olunur?, Uzun Evliliğin Sırları, Kocanız Sizi, Siz Kocanızı Öldürmeden Nasıl Bir Ömür Mutlu Yaşarsınız? ” kitaplarından tüm öğrendiklerimi gerçek hayata geçiriyorum. Elim değmişken şu çocuğu da biraz zaptedeyim de tam mükemmel eş olup, üstüne tüy dikeyim diye, zıplayıp duran Defne’yi muhabbete sarmak için soruyorum:

T: Defne sen hangi takımı tutuyorsun?

D: Ben adamları dutuyom.

T: Hangi adamları?

Güney yüzünde mutlu bir gülümsemeyle, gözünün biri TV’de, biri Defne’de şaşı şaşı bakarak cevabı beklemektedir, zira Defne siyah giyenleri diyecektir, ve kutlamalar başlayacaktır!

D: Dop uynıyan adamları.

T: Neden onları tutuyorsun?

D: Dop uynarken dütmesinler diye.

Adamlara dönüp…

D: Gavaş gavaş uynayın, dikkatli uynayın, dütmeyin! Diziniz acır.

 

Bir cumartesi sabahı, ben -yani mükemmel eş- Defne’yi giydirmiş, yedirmiş, altını değiştirmiş, kahvaltıyı hazırlamış, Güney’se sadece olanı yiyip, üzerini giymek için yatak odasına geçmiştir. Yatağın başucunda Güney’in beli ağrıyınca içtiği ilacı takriben üç aydır orada duruyordur. Zira kendisinin beli en son üç ay önce ağrımıştır, ama ne hikmetse ilacı hala oradadır.

D: Babaaa, belin ağrıyınca ilac it. İyi gelir. Bak, çuk çuk galmış, bittürü galmış. İti-beş-on galmış.

Pakette üç ilaç kalmıştır.

G: Bir-iki-üç olmasın o?

D: Evet baba olmasın. İti-beş-on olsun!

 

Defne sitenin bahçesinde, apartmanın duvarına yapışmış onlarca sümüklü böceği görüp sevinçten çıldırır. Onları duvardan bir bir alıp çimlere koymak en büyük zevkidir zira. Her “çocuğum herşeye açık fikirli olsun, önyargılı olmasın” annesi gibi, böceklerden içimin bir hoş olduğunu ve hatta azıcık da iğrendiğimi çaktırmıyor, mükemmel eşliğimi, muhteşem “modern, şehirli, çok okumuş” anneliğimle taçlandırıyorum. Defne belki 50 tane böceği duvardan söküyor, ve bana da ısrar ediyor.

D: Anni, sen de bap.

İğrendiğimi çaktırmayıp, gayet serinkanlı…

T: Defnecim, ben çok büyük ve güçlüyüm ya, onlar da çok küçük, ben tutunca ezilebilirler,canları acıyabilir. İstersen sen yap.

D: Anni, sen de bap, hadi hadi hadi hadi hadi hadi hadi hadi hadi hadi.

Çıldıran ben, tüm sümüklüböcekleri duvarla birlikte aleve vermek isterken içimden, dışımdan…

T: Tamam Defnecim, ben de alayım o zaman.

D: Anni, dur! Oomaz, sen bapma, unlar çok cücük, ezilir, canı acır.

 

Defne, televizyonda Keloğlan’ı görür. Yanında arkadaşı Ero vardır. Kendisi bir devdir. Bana sorar:

D: Anne, bu kim?

T: Ero. Keloğlan’ın arkadaşı.

D: Çot büyüüüük.

T: Evet, çok büyük.

D: Neden?

T: Çünkü o bir dev.

Yeni bir “Neden?” sorousuna hazırlamışken kendimi, ve hatta içimden cevabı çalışıyorken…

D: Sen?

T: Ben dev değilim.

D: Ama sen de çot büyüksün!

Şimdi beni “dev” kadar büyük, yüce, muhteşem falan görünüyor diye sevineyim mi, yoksa aynanın karşısına geçip, “Hepi topu bir kilo aldım, onun da hepsi totoma gitti, bu çocuk kesin ondan öyle söylüyor, nasıl anladı oolum bu topu topu bir kiloyu?” diye manyağa mı bağlasam bilemedim!

 

 

Baş ağrısına ilacı olan?

Defne artık bayağı konuşuyor. Oturup büyük insan gibi sohbet edebiliyorsun. Oturup derken, tabi ki sen oturup. Büyük insan derken, büyük olan sensin, tabi ki o değil. Tamam, biraz abartmış olaibilirim, büyük insan gibi değilse de bayağı konuşabiliyorsun karşılıklı. Bayağı. Çok. Bazen biraz fazla çok. Bazen çıldırtacak kadar çok. Bazen camı açıp imdaaaat diye bağıracak kadar çok. Tamam anne söylenmiyorum, evet biliyorum ben de Defne kadar çok konuşuyordum, belki daha çok konuşuyordum, evet sizi çıldırtıyordum, ve evet siz bana hep sabır gösteriyordunuz ama arada da imdat ya!

Arabada gitmek bu işin son noktası. Ben arabayı sürüyorsam ve hele de ikimiz arabada yalnızsak, kendisi pek bir sıkıldığı için çeneye vuruyor.

-Anne bu ne?

-Ağaç Defnecim.

-Neden?

-Abiler, ablalar adını ağaç koymuş.

-Neden?

-Çünkü bir adı olması gerekiyormuş.

-Neden?

-Öyle işte, senin adını biz Defne koyduk ya, onun adını da abiler ağaç koymuş.

-Hangi abiler?

-Bilmiyorum Defne. Biraz sessiz olalım mı, bak dikkatim dağılıyor.

5 sn sonra.

-Anne.

-Efendim Defne.

-Anne, anne, anne, anniieeeaaa, anniiiiieeeeeeaaa.

Çıldıran ben.

-Efendim, efendim, efendiiiiim?

-Bak ağaç.

-Evet ağaç.

-Neden?

Gerisini yazmayacağım, evet ben çekiyorsam sen de çek, ucundan nasiplen istiyorum ama biraz da iyi kalpliyim, kıyamıyorum sana.

Yine birgün arabada çıldırıp dedim ki, Defne senin bu yaptığın tam, kilit nerde suya düştü, su nerde inek içti, inek nerde, dağa kaçtı, dağ nerde, yandı bitti kül oldu gibi oldu. Kısa bir sessizlik… Aha da benim devrelerle birlikte onunkiler de yandı, al bakalım anan mı yaman sen mi yaman, öyle susarsın işte diye eğlenirken ben…

-Kilit nerdeymiş anne?

-Suya düşmüş.

-Neden?

-Dikkat etmemiş yürürken.

-Kim?

-Abi.

-Hangi?

-Offf bilmiyorum Defne.

3 sn sessizlik.

-Su nerde?

-İnek içmiş.

-Neden?

-Çok susamış.

-Neden?

Gerisini yine yazmayacağım. Seni sevdiğimden bahsetmiş miydim?

Bu esnalarda,  arabayı sağa çekip, teypten Ankara’nın Bağları’nı açıp deli deli halay çekip, oynayıp, çıldırıp, sonra sessizce tekrar arabaya binmek istiyorum.

Defne neden anne diye sorsun diye.

Arınmak için evladım, arınmak için diyeyim diye.

Aşağıdaki videoyuyu ilk gördüğümde, yok artık bu kadarı da olmaz demiştim. Hergün defalarca yaşıyorum bu sahneyi.

Anne, annneeee, anneiiiaaa, annieeeeeeeaaaaa, anneeeee, anni, anne, annnieeeeaaa!

Efendim Defne, efendim?!!!

Anne gayaba.

 

Al işte  bunlar da Defnece, ne, ne demek?

Gayaba-Merhaba

Kayaya-Yakala

Epipis-Elips

Elbibis-Elbise

Kupte-Köfte

Donmama-Dondurma

Alp Tutun-Alp Tuna

Çitolata-Çikolata

Gükan-Gökhan

Bucu-Burcu

Bayak-Başak

Uuur-Uğur

Anene-Anneanne

Kannnn-Kaan

Guuney-Güney

Tıngı-Çıngı

Depme-Defne

Diyor. Ve geri kalan herşey için ittemiyöm!

Bu “ittemiyöm” dönemi ne zaman bitecek, bilen varsa hayrına bir haber etsin.

Daha bunun horrible three’si, terrible four’u, bilmemne five’ı var diyecekler, mümkünse görüşmeyelim!